Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Sosyalistler Öfkeyi Örgütlemeli

Abdullah Öcalan’ın yakalanmasına çok sevinen yöneticiler ve medya artık Kürt sorununun bittiğini anlatıyorlar. Hatta Demirel daha da ileri gidip “Türkiye’de hiçbir zaman Kürt sorunu olmadığını” söylüyor.

Son haftalarda egemen olan sağ hava geniş kitleler üzerinde etkili olsa da küçük bir azınlığı da sisteme karşı radikalleştiriyor. Abdullah Öcalan’ın televizyondan verilen görüntüleri ve saçma sapan haberler evlerde daha fazla politika tartışılmasına neden oluyor. Yapılan tartışmaları keskinleştiriyor. İnsanları taraf olmak zorunda bırakıyor.

Yoğun milliyetçi propoganda, şimdiye kadar kendi durumunu kabullenmiş Kürtleri bile öfkelendiriyor, bir şeyler yapmak ister hale getiriyor. Bir halkın varoluşunun, kimliğinin ve yaşam alanının böylesine yok sayılışı hem o halkı hem de vijdanı olan her insanı çileden çıkarıyor.

Ancak bu öfke tek tek insanların evinde, kalbinde sıkışmış halde. Bu kadar yoğun politika tartışılan bir ortamda öfkenin kendisini nasıl ortaya koyacağını kimse bilmiyor. Ama herkes “Şimdi ne olacak?” sorusuna yanıt arıyor. Sokakta mücadelenin olmadığı ancak politikanın en karmaşık konularının bile çok yaygın bir şekilde tartışıldığı bir dönemdeyiz. Bu dönem hem tehlikeleri, hem de fırsatları barındırıyor.

İzleme, tutum al!

Sosyalistler açısından önemli tehlikelerden biri gelişmeler karşısında seyirci kalmaktır. Gelişmelere spekülasyon yapma düzeyinde katılmak can sıkıcı ve moral bozucudur. Devlet, yargı, güvenlik güçleri ve medya üzerinde doğrudan kontrolü olmayan bizlerin, televizyondan izlediğimiz haberler hakkında yalnızca yorumlar yapmamız hiçbir gelişmeyi etkilemeyecektir.

Tek tek emekçilerin evleri egemen sınıfın fikirlerinin en güçlü olduğu alanlar. Çünkü biz ancak kollektif olarak çalıştığımız, tartıştığımız, örgütlendiğimiz alanlarda güçlü olabiliyoruz.

Böylesi dönemler bizler için önemli olanaklar da yaratıyor. Yüzbinlerce emekçi durumu anlamak ve müdahale etmek istiyor. Ancak egemen sınıfın saldırıları karşısında sol, fikir ve eylem önerileri açısından çok zayıf.

Mücadele içinde yaşanılan her türlü belirsizlik ve güvensizlik ise sağın işine yarıyor. Boşluk sağ partiler tarafından dolduruluyor. Yaşadığımız toplum çoğumuzu öfkelendiriyor. Ancak bu öfkemizi nereye kanalize edeceğimiz çok önemli. Sağcılar bu toplumun ürettiği umutsuzluk ve güvensizlik üzerinden örgütleniyor. Sol ise insanların kendilerine güvenini artırmalı, onları umuda örgütlemeli. Halkların kardeşliği, onurlu bir barış talebi etrafında gerçekleşecek bir kampanya bizleri birbirine düşüren ve bölen balonları kolayca patlatacaktır. Ve şu anda kafaları eğik durumda olanların saldırılardan korkmadan daha güzel bir dünya için güvenli bir şekilde mücadele etmesini sağlayacaktır.

Sol muhalefeti yükseltmenin yolu mücadeleyi örgütlemek ve birleştirmekten geçiyor.

İşçi sınıfı içinde çekim gücü yaratacak bir örgütlenmenin eksikliği nedeniyle öfke buhar olup uçuyor. Bu buharı enerjiye çevirebilecek bir örgüt, işçi sınıfının en genel çıkarlarını mücadelesinin merkezine koyan sosyalistler tarafından yaratılabilir.

Herkesi sosyalizm için birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.

Savaşın Sorumlusu Kim?

Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinin ardından toplumda bir bayram havası estirilmeye çalışılıyor. Medya o kadar ikiyüzlü ki en temel sorunlarımızı unutturup yıllardır çektiğimiz acıların bittiğini, artık rahata kavuşabileceğimizi anlatıyor.

30 bin kişinin ölümüne neden olan savaşın (Kosova’da ölen insan sayısının 50 katı) nedeni “Bebek katili” diye anılan Öcalan mı? Yoksa ekonomik, sosyal, kültürel, politik nedenler mi var?

Yıllardır bitmeyen savaşın nedeni bir halkın etnik ve kültürel kimliğinin kabul edilmemesi, yoksulluk, işsizlik ve sömürüdür. Savaşın sorumluları bu koşullara isyan edenler değil, bu koşulları korumaya çalışanlardır.

Bu savaşta bölgede yaşayan yaklaşık 27 bin Kürt ve 3 bin 500 kadar güvenlik görevlisi öldü. Ölenlerin 21 binden fazlası PKK militanı, 5 bin kadarı “sivil”, bin kadarı da korucuydu.

Ölümü göze alacak kadar kızgın, öfkeli ve inançlı insanların “bir kişinin peşinden gittiğini”, “ne yaptığını bilmediğini” söylemek gerçeklerin üstünü örtmeye çabalamaktır. Ne kadar reddedilirse edilsin Türkiye’de bir Kürt sorunu vardır ve bu “üç beş eşkıyanın terör” eylemleri olarak değerlendirilemez.

Ölümüne bir savaşa giren ve sonunda da ölen 21 bin PKK militanının amacı daha iyi ve insanca koşullarda mı yaşamaktı yoksa “insanlık düşmanı” olarak tanımlanan Öcalan’ın peşinden mi gitmekti? Onbinlerce insanı ölümü göze alacak kadar mücadele etmeye, gelişmeler karşısında kendisini yakarak protesto etmeye götüren şey “büyük düşman güçlerin Türkiye üzerindeki bir oyunu” olamaz.

Medyada Kürtlerin ülkenin en yoksul bölgesinde yaşadığı, onlara ikinci sınıf vatandaş gibi davranıldığından, en temel demokratik ve kültürel haklarını savunduklarında “bölücülük” suçuyla yargılandığından, anadili Kürtçe’de yemin etmek isteyen Kürt milletvekillerinin hapiste çürümeye terkedildiğinden, uluslararası düzeyde tanınan Yaşar Kemal’in bile Kürtler üzerindeki baskıları eleştirdiği için yargılandığından hiç bahsedilmiyor.

Kürtlerin Ezilmesinden Çıkarımız Yok

PKK’yi destekledikleri suçlamasıyla 3 milyon Kürt köyünü terketmek zorunda kaldı. Bölgedeki açlık ve yoksulluk göçün daha da artmasına neden olurken 500 bin kadar Kürt Avrupa’ya sığındı. Büyük şehirlerin varoşlarında yaşayan Kürtler işsizlik ve yoksullukla boğuşuyorlar. Diyarbakır nüfusu sekiz yıl içinde üç kat artarak bir milyonu geçti.

Birlikte yaşadığımız, birlikte çalıştığımız bir halkın ezilmesinden nasıl bir çıkarımız olabilir. Tam tersine onları ezen güç bizi de sömürmektedir.

Kürtlerin onurlu bir şekilde yaşaması için onlara destek vermeliyiz. Birlikte yaşadığımız bir halkın ezilmesine göz yumarsak bizlerin de daha iyi koşullarda yaşaması mümkün olmayacaktır. Marks’ın 150 yıl önce söylediği halen yolumuza ışık tutuyor: “Başka bir ulusu ezen bir ulus hiçbir zaman gerçekten özgür olamaz.”

Patronların dergisi Ekonomist bile “dünyada yaşayan 25 milyon Kürt devleti olmayan en büyük ve en eski etnik grup olarak bilinmekte” diyor. Bir Kürdün varoluş ve yaşam hakkını savunmak, kardeşçe ve daha güzel bir dünyada yaşamanın ön koşuludur.

Kalkınma Paketleri Hep Boş Çıktı

1994-95 Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Endeksi’nde bölgelere göre yapılan değerlendirmede Güneydoğu Anadolu Bölgesi geri kalmış Afrika ülkeleri düzeyinde yeralıyor.

Toplam nüfusun yüzde 20’sinin yaşadığı Kürt illerinde toplam milli gelirin yanlızca 7.2’si üretilebiliyor. Bölgede nüfusun yüzde 20’si yaşarken toplam çalışanların yanlızca yüzde 3.5 oranındaki bölümü istihdam edilebiliyor.

Türkiye’deki toplam işyerlerinin yanlızca yüzde 6.8 düzeyindeki küçük bir payı bölge içinde kurulurken, kapanan şirket sayısı her yıl bir önceki yıla göre yüzde 4 oranında çıkıyor.

Bölgede kişi başına düşen milli gelir 529 dolar düzeyinde kalıyor. Doğu ile Batı arasındaki fark 11 kata ulaşıyor.

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre, 1985-98 döneminde bölgedeki hayvan ürünleri üretimi yüzde 40 azalmış.

Bölgede meraların kullanılmasının yasaklanmasıyla geçim kaynağı hayvancılığa bağlı olan köylüler açlığa mahkum edildi. Bunun faturasını yine et fiyatlarının yüzde 3500 artması karşılığında göçe zorlanan Kürt ve Türk işçiler ödedi.

Apo’nun yakalanması bu sorunları çözmedi.

Doğu’da ortalama işçi ücreti 30 milyon. Bölgede yaşayanların yüzde 40’ı da okuma yazma bilmiyor. Bölgenin yarısı temiz içme suyu bulamıyor.

1 öğretmen Ankara’da 29, Şırnak’ta 86 öğrenci eğitiyor. Bir doktara İstanbul ve Ankara’da 541 kişi düşerken Güneydoğu’da bir doktora 4 bin 500 hasta düşüyor.

Türkiye ortalaması 167 milyon lira olan kişi başına düşen mevduat, bölgede 10 milyon lira.

Tunceli, Siirt ve Gümüşhane’de göç oranı yüzde 15.

Türkiye bütçesinin yüzde 15’i askeri harcamalara ayrılmakta. Türk ordusu NATO ülkeleri arasında ABD’den sonra en büyük orduya sahip.

Milliyetçilik Bizi Bölüyor

Milliyetçilik, “vatanseverlik” adı altında insanların sömürülmesini kolaylaştıran ve maalesef hala dünyada egemen olan bir ideolojidir. Vatanseverlik, sömürenin sömürülen üzerindeki iktidarının devamını sağlayan en temel güç olan devlet otoritesini güçlendirmeye yaramaktadır. Durup düşündüğümde biz işçiler açısından çok anlaşılmaz olan bu durum, yöneticiler için çok zorunlu bir ihtiyaca yanıt veriyor.

Bütün egemen sınıflar geçmişi sistematik olarak yeniden yazarlar. Bunun amacı ise egemen sınıfı en olumlu açıdan, pürüpak göstererek fikirlerinin geçmişten bu yana hep bir süreklilik içinde olduğunu kanıtlamaktır. Bu biçimiyle Türkiye’nin resmi tarihi de diğer uluslarınkinden hiç farklı değildir.

Bu konu emekçiler arasında en temel bölünmeye işaret etmektedir. Bu bölünmenin tarafları, ulus devlet çerçevesini kabul edenlerle onu yıkmak isteyenlerdir. Ama şunu unutmamalıyız ki işçilerin vatanı yoktur. Türk işçi ve Kürt işçi Almanya’daki bir fabrikada beraber çalıştığında ikisi de sömürülüyor. İkisi arasında bir fark yoktur. O zaman işçiler haklarını almak için de beraber mücadele etmek zorundadır. Nasıl ki yönetici sınıfın işçi sınıfını kendisine bağlamak için vatanseverliğe ihtiyacı varsa işçi sınfının da politik olarak bağımsızlığını sağlayabilmesi için enternasyonalizme ihtiyacı vardır. Bu nedenle biz emekçiler her türlü ulusal baskıyı reddetmek zorundayız. Kadınların erkekler tarafından, Kürtlerin Türkler tarafından ezilmesi işçi sınıfını böler. Bu böl-yönet politikası sadece kapitalistleri güçlendirir. Ama biz emekçiler bu çarkı tersine çevirebiliriz. Bu bizim elimizde. Bu da egemen sınıfın bizi bölmek için ortaya attığı milliyetçilik, mezhep ayrımı gibi ayrımlara karşı mücadele etmekten geçer.

Biz emekçiler ezilen kesimler üzerindeki her türlü baskıya aşırı düzeyde karşı çıkmak zorundayız. Bir Türk işçi Kürtlerin ezilmesine karşı bir Kürt işçisinden daha kararlı bir şekilde karşı çıkmalıdır. Çünkü biz emekçiler ezilenlerin kürsüsü olmak zorundayız. Biz emekçiler egemen sınıfın fikirlerini benimsememeli, kendi kaderimizi kendimiz tayin etmeliyiz.

Pişmanlık Yasası Değil; Genel Af

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra pişmanlık yasası yeniden gündeme geldi. Daha birkaç ay önce genel aftan söz eden Ecevit şimdi PKK gerillalarına “teslim olun, pişman olun, size iyi davranırız, devlet sözü” diyor.

Yoksulluktan baklava çalacak duruma düşen Kürt çocukları cezaevlerinde çürürken çete yöneticileri, dolandırıcılar ellerini kollarını sallayarak geziniyor, seçimlerde milletvekili adayı oluyorlar.

Ecevit bu adaletsizliği gidermeye çalışacağına geçen yaz bizzat kendisinin gündeme getirdiği genel affı unutturmak istiyor, binlerce tutuklu ve hükümlü ile yakınlarının umutları üzerinde oyun oynuyor.

Kürt sorununun askeri yöntemlerle, devletin güç gösterisiyle çözülemeyeceğini askeri yetkililerden, TÜSİAD patronlarına kadar birçok kesim açıkça ifade ederken Hükümet, pişman olunacak birşey yapmadığını düşünenleri onursuzlaştırmayı, kişiliksizleştirmeyi, itirafçı, ispiyoncu yapmayı, ardından da hapishanelerde çürütmeyi hedefliyor. Eğer sorunlar devletin güç gösterisi yapmasıyla çözülecek olsaydı şimdiye Kürt sorunu diye birşey kalmazdı.

Başbakan yüzbinlerce insanın yakınlarını kaybettiği bu savaşı bitirmek, Kürt sorununu çözmek istiyorsa işe onbini aşkın Kürt tutukluyu da kapsayacak bir genel af çıkarmakla başlamalı, cezaevlerini boşaltmalıdır.

Kürtler ve Emperyalizm: Tarih Boyunca Ezilen Vatansız Bir Ulus

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile Kürt sorunu uluslararası düzeyde gündeme oturdu. Dünyanın heryerine dağılmış yüzbinlerce Kürt, yaşadıkları yerlerdeki yöneticilerin birşeyler yapması için protestolarını sürdürüyorlar.

Kürt sorunu yalnızca Türk devletinin sorunu değil. Uluslararası düzeyde patronların dergisi olan The Economist’in "Kürtlerin trajedisi" başlığıyla yayımladığı dosyada "25 milyon Kürt başka hiç kimsenin ulaşmalarını istemediği bir amaca ulaşmaya çalışıyor" diyor. Hemen hemen bütün ciddi yabancı gazeteler Abdullah Öcalan’ın kaçırılması haberine yer verirken Kürtleri "kendi devleti olmayan dünyanın en büyük etnik grubu" (The Economist, 20/2/99) ya da "kendi ülkesi olmayan dünyanın en kalabalık milleti" (Financial Times 17/2/99) olarak tanımlıyor.

Dünya devletlerinin Kürtlerin onyıllardır yaşadığı zülüm karşısında aldıkları tutum tam bir iki yüzlülük örneği oluşturuyor. Tarih boyunca emperyalist güçler ve bölgedeki egemen devletler Kürtleri hem sömürdü hem de ilk fırsatta ihanet etti.

Kürtler yaşadıkları bölgeden geçen her yayılmacı güç tarafından ezildiler. 8. yy’da farklı bir ırk olarak ortaya çıkışlarından hemen sonra Arapların, 4 yüzyıl sonra da Selçuklular’ın işgaline maruz kaldılar. 14. yy’da Moğolların egemenliği altındaydılar. 16. yy başlarında Kürdistan iki güçlü merkezi devlet arasında bölünmüştü. İran ve Osmanlı İmparatorluğu.

Ancak Kürtler üzerindeki baskı Avrupalı sömürgeci orduların müdahalesiyle daha farklı bir boyuta ulaştı. Bölge üzerindeki sömürgeci planlar Fransız ve İngiliz hükümetleri tarafından 1916’da çizildi. Bu plana göre çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki bölgeleri iki "egemenlik alanı"na bölünmüştü. Güney Kürdistan’dan Kuvveyt’e kadar olan bölge, Mezepotamya (Irak) İngiltere’ye aitdi, bugünkü Suriye ve Lübnan’ı içeren bölge ise Fransızların egemenliği altındaydı.

"Türkiyeli Kürtler"

1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi ile Birinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan emperyalist güçler toprakları kapışmak için Osmanlı topraklarına doluştular. Serv antlaşması "Türkiye" olarak anılan toprakları parçalamayı hedefliyordu.

Bütün dünya, özellikle Avrupa ülkeleri, Rusya’da işçilerin iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanan işçi devrimleriyle çalkalanıyordu. Almanya, Macaristan ve İtalyan işçileri de iktidar için ayaklanmışlardı.

Mustafa Kemal liderliğindeki hareketin işçi devrimleriyle sarsılan emperyalist güçlere karşı çıkabilmek için "zafer" karşılığında Kürtlere otonomi sözü vermiş ve Kürtlerin desteğini almıştı. Kısmen bu ittifakı da bozma çabasıyla İngiltere ve Fransa bağımsız bir Kürdistan’ı destekleyecekleri havası yarattılar. Geri ve feodal bir devletin güvenli bir tampon bölge yaratacağını düşünüyorlardı. Bu devlet İngiltere’nin Musul’daki petrolü kontrol etmesine yardımcı olabilirdi. 1918’de bu bölge İngiltere tarafından işgal edilmişti.

1922’ye gelindiğinde Türkiye’deki bütün yabancı ordular çekilmişti. Lozan Antlaşması imzalandı ve Kürt otonomisi konusunda verilen tüm sözler unutuldu. İngiltere Türk milliyetçiliğini pasifize etmiş olmaktan, Mustafa Kemal de kurduğu Türk devletinin sahip olduğu topraklardan memnundu.

"Iraklı Kürtler"

Bu arada İngiltere ve Fransa Osmanlı’dan geriye kalan alanlar üzerinde didişmeye devam ediyorlardı. Bağdat çevresindeki bölge İngiltere’nin etki alanı içindeydi. Kuzeyinde Musul’da değerli petrol kaynakları ve bölgede yaşayan Kürtler vardı. İngiltere 1918’de bölgeyi işgal ettiğinde Kürtler ayaklandı. Süleymaniye’de Kürtler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ancak çok geçmeden ayaklanma İngiliz kuvvetleri tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.

1920’de Irak İngiltere’nin mandası altına girdi. Bir yıl içinde İngiltere kendisine bir lider buldu ve Irak’a kral yaptı. Bu, Kral Faysal’dı. Kürtler’den yükselen muhalefet nedeniyle Irak ve İngiltere 1922’de bir deklerasyonla Kürtlerin "Irak sınırları içinde bir Kürt hükümeti kurma" hakkını tanıdı. Ancak Mustafa Barzani liderliğindeki Kürt güçleri bu sözün gerçekleşmesi amacıyla ayaklandığında İngiliz Hava Kuvvetleri tarafından yenilgiyi kabul edinceye kadar bombalandılar.

Emperyalist düzenleme

İngiltere’nin planı 1926’da nihayet gerçekleşti. İngiltere’nın kontrolü altında yeni Irak devleti yaratıldı. Irak Araplar tarafından yönetilmekte, ancak Kuzeyde Kürtlerin yaşadığı petrol zengini bölgeyi de içine almaktaydı. Bu yeni ülkenin iktidarında Bağdat merkezli Kral Faysal’ın yönetiminde sünni müslüman tüccar sınıfı vardı. Buraya kuzeyden Musul’daki Kürt vilayeti, güneyden Basra eklenmişti. Bu arada Türkiye ile Fransa’nın egemenliği altındaki Suriye arasında son sınırlar çizilmekteydi. Yeni Suriye Kürdistan’ın üç bölgesini kapsamaktaydı.

Emperyalist bölüşüm tamamlandığında Kürt devletine alan kalmamıştı. Kürtler temel olarak dört ülke topraklarında bölünmüş olarak yaşıyorlardı. 12 milyon kadar Kürt Türkiye’de, 3-4 milyon kadar Irak’ta, 6 milyon İran’da, 1 milyon Suriye’de.

Böylece Kürtlerin kendi varoluşları üzerindeki kontrol reddedilmiş ve yaşadıkları bölgelerde ikinci sınıf vatandaş olarak görülerek ciddi baskılara maruz kaldılar.

Kürtler Üzerindeki BaskılarTürkiye’de yıllarca Kürtlerin varlığını reddetti. Kürtleri "Dağ Türkleri"nden başka biçimde adlandırmak suç sayıldı.

Kürtlerin kendi dillerini veya kültürlerini ifade etmesi yasaklandı. Bu baskıya karşı her türlü direnişe şiddetle karşılık verildi.

Kürtler 1925’de ayaklandığında binlercesi öldürüldü. Yüzlerce köy yakıldı ve yüzlerce Kürt savaşçısı meydanlarda idam edildi.

Kürt sorununu çözmek için Kürt nüfus Türkiye’nin değişik yerlerine dağıtılarak etkisizleştirmeye çalışıldı. 1925-28 yılları arasında toplam 1 milyon kadar Kürt kendi topraklarından sürüldü. Bu göç sırasında 10 bin kadar insan dağlarda öldü.

1937 Dersim ayaklanması kanlı şekilde bastırıldı. Bombalarla Kürt köyleri dümdüz edildi. Mağaralara sığınanlar gaz bombalarından yanarak ve zehirlenerek öldüler.

Iraklı Kürtler, ABD ve İran

1972’de Saddam Hüseyin Irak petrol yataklarını kamulaştırdığında, ABD ve o dönemki müttefiki İran Şahı’nın hiddetini üzerine çekmişti.

Emperyalistler Saddam Hüseyin üzerinde baskı uyguladıkları sürece Kürtleri desteklemekten memnundular. Ancak ABD ve İran’ın çıkarlarını zedeleyeceği için bu destek bağımsızlık veya tam özerkliğe kadar uzanmıyordu. 1974’de Molla Mustafa ABD ve İran’ın desteğine güvenerek ayaklandığında bu desteğin Kürtler’den çekilmesi için Irak süratle Şatt-ül-Arap suyolları konusunda tavizler verdi. İsyancılar katledildi ve yüzbinlercesi sürüldü. Toplam 1400 köy boşaltıldı.

Bölgeye giden bir İngiliz doktoru David Nabarro İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na Kürtlerin açlığa terkedilmiş olmasını şikayet edince, yetkililerin kendisine yanıtı şöyle oldu."Irak’tan her yıl 500 milyon sterlinlik ihale alıyoruz. Hiçbir hükümet mağdur durumdaki bir azınlık için bunu feda etmez."

Iraklı Kürtlere uygulanan en son büyük katliam 1988’de yaşandı. O dönemin büyük güçleri islamcılar tarafından yönetilen İran’a karşı Irak’ı destekliyorlardı. Kuzey Irak’ta Kürtler’e yapılan "Anfal" operasyonlarında 150-200 bin kişi öldü, 1.5 milyonu da sürüldü. Büyük miktarlarda kimyasal silah kullanılan bu katliam Batı basınında ancak İran’ın savaşta galip gelemeyeceği kesinleştikten sonra duyuruldu. Silahların yapımı için gerekli kimyasal maddelerin Alman, İtalyan, Hollandalı ve Fransız şirketlerince sağlandığı daha sonra ortaya çıktı. Bizler daha çok 5 bin köylünün öldürüldüğü Halepçe’yi biliyoruz. Ancak Halepçe gibi yüzlerce köy vardı. Toplam 3 bin köy yokedildi.

Halepçe katliamından bir yıl sonra Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Portekiz Bağdat’ta Uluslararası bir Askeri Ürün Fuarı’na katıldılar.

Körfez Savaşı sonrası

1991’deki İkinci Körfez Savaşı’nda Iraklı Kürtler bir kez daha destek aldılar. Bu kez ABD ve Türkiye’den. Bu destek Saddam Hüseyin’e sıkıntı verecek ama bağımsız bir Kürt devletini kurdurtmayacak düzeydeydi. Türk Hükümeti Ağustos 1993’de Erbil’deki Kürt Hükümeti’ne 13.5 milyon dolar para verdi. Irak’ın Körfez Savaşı’nda yenilmesinden sonra ABD, Kürtleri Saddam’a karşı ayaklanmaya teşfik etti. Saddam sivillere karşı fosfor gazı kullandı, binlerce insanı öldürüldü. Bir kez daha 1.5 milyon insan yerinden yurdundan oldu.

The Economist’e göre "Hiçkimse bölgede tam olarak kaç Kürt olduğunu bilmiyor: Çünkü ilgili ülkelerin hiçbiri bırak saymayı Kürtlerin varlığını bile kabul etmek istemiyorlar. Her ne kadar İran, Türkiye, Irak ve Suriye zaman zaman birbirlerinin başkaldıran Kürtlerini destekleseler de kendi Kürt azınlıklarına yanlış fikir vereceğinden otonom veya bağımsız bir Kürt varlığı görmek istemiyorlar."

Kürtlerin güvenilir tek dostu işçi sınıfıdır

Kürtlerin hak mücadelesi ancak bölgedeki işçilerin mücadelesiyle birleştiğinde kazanabilir.

Yakın geçmişe baktığımızda Kürtlerin güçlü olduğu dönemler çevrelerindeki işçi sınıflarının güçlü olduğu dönemlerdir.

1905 ve 1917’deki Rus devrimleri sırasında Kürtler İran’da sovyetler oluşturarak kendi yaşamlarını kendileri kontrol ettiler.

Irak’ta işçi sınıfı mücadelesinin yüksek olduğu 1950 ve 70’lerde ve 1979 İran Devrimi sırasında kazanımlar elde edildi. Türkiye’deki Kürt hareketi de Türk işçi sınıfıyla ortak bir kadere sahip.

Yüzyılı aşkın bir süre önce bir İngiliz diplomatı "İngiltere’nin ne daimi düşmanı ne de daimi dostu vardır" demişti. Bu bütün kapitalist düşman kardeşler için sözkonusudur. Ancak işçi sınıfı bütün ülkelerin işçileri ve ezilenlerinin daimi dostudur. Hem kendini hem de ezilen Kürt kardeşlerini kurtarmak için işçi sınıfı gücünü ortaya koymaya kazanılmalıdır.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 2; Mart 1999

'Kürt Sorunu' sayfasına dön
sayfa başına dön