Güncelleme:
03.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Darbeler zenginleri güldürür

Mesut Çelebioğlu

Askeri müdahaleler hep dünya ve Türkiye zenginleri, egemenleri lehine işlemiştir. Darbelerle ve ardındakilerle hesaplaşmazsak, demokrasi “güdük” kalmaya mahkumdur.

Kapitalist sistem kendine karşı muhalefeti “demokratik işleyiş” dahilinde kontrol altına alamadığı durumlarda baskıcı yollara başvurur.
Türkiye’de, sistemin kurumsal ve demokratik yapısının çok daha zayıf olmasının nedeni genel olarak kapitalizmin geç gelişmesinin yanı sıra Cumhuriyet’in çok dar bir elit tabakaya dayanmasıdır. Çok küçük bir azınlık, büyük çoğunluğa rağmen toplumu ancak ağır baskılarla idare edebilmiştir.
Darbelerin yaşanmasındaki diğer belirleyici neden de emperyalist müdahaleciliktir. Dünyada sayısız darbe, doğrudan Amerika tarafından planlandı ve oluşan diktatörlükler para ve silahla ayakta tutuldu. Avrupa ülkelerinin darbe şeceresi, özellikle eski sömürgelerinde kabarıktır. Avrupa ülkeleri, 12 Eylül 1980 darbesiyle ordunun Türkiye’ye “istikrar” getirmesine pek sevinmişlerdir. Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin 28 Şubat 1997 müdahalesinden sadece iki yıl sonra gündemleştirilmesi de Avrupa bakış açısına bir kez daha tanıklık eder.
Ordu müdahale etmek için hep bir bahane buldu: “Demokrasimizin içine düştüğü buhran“ (27 Mayıs 1960), Komünizm tehlikesi ve sağ-sol çatışması (12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980), şeriat tehlikesi (28 Şubat 1997). İlk üç darbe astı, kesti. Ve bütün darbeler toplumsal güç dengelerini sermaye lehine değiştirdi.
Ancak, darbeler ve askeri müdahaleler kaderimiz olmak zorunda değildi. Bugün de Genelkurmay’ın “terör” gündemi ile baskıları arttırmak istemesini kabullenmek zorunda değiliz. Türkiye’nin demokrasi karnesi askeri müdahaleler ile hesaplaşabilme başarısına bağlıdır.
Dolayısıyla darbelerdeki üçüncü ve en belirleyici faktör toplumsal muhalefetin darbeler ve ordunun müdahaleciliği karşısında aldığı tutumdur. Öne sürülen bahanelere takılıp, darbeler ve müdahaleler karşısında sessiz kaldığımız, bölünmüş bir duruş sergilediğimiz sürece “demokrasi” bir özlem olarak kalır. Egemen sınıf da darbenin ardındaki gerçek gündemi ilerletir.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında TÜSİAD Başkanı’nın “bugüne kadar siz güldünüz, artık sıra bizde” sözleri bu gündemin ne olduğuna dair çok net bir fikir veriyor.
Türkiye’de yaşanan dört önemli askeri müdahale hem yönetici sınıf, hem de işçi sınıfı ve ezilenler için dönüm noktası oluşturmuştur. Bu darbelerin hiçbirisine karşı gerekli, gerçekçi ve toplu bir karşı çıkış oluşturulamadığından yönetici sınıf kendisi için hayati politikaları uygulamaya koyabilmiştir; elbette toplumun geniş yığınlarının zararına olarak.
Bu yazıda darbelerin asarak, keserek, seçilmişleri iktidardan indirerek toplumsal dengeleri nasıl etkilediklerine bakacağız:

27 Mayıs: “Sol” Darbe?
27 Mayıs 1960 darbesi, 1961 Anayasası nedeniyle en akıl karıştırıcı olandır. Oysa ki bu darbe tıpkı diğeri gibi yönetici sınıfın çıkarları için yapıldı.
Demokrat Parti, CHP’nin baskıcı tek parti diktatörlüğüne karşı demokratik bir alternatif olarak ortaya çıktı. DP, seçim öncesi demokrasi vaatlerini unutsa da toplumsal muhalefet bunların yerine getirilmesini istiyordu.
DP kapitalistlere, özellikle tarımda ekonomik özgürlükler getirdi. Bu kesimin içinden büyük sanayiciler çıktı (örneğin Sabancı). Asker-sivil bürokrasinin statüsü ise geriledi. 27 Mayıs darbesi bu kesimler tarafından gerçekleştirildi.
1961 Anayasası pek çok demokratik açılım sağladı. Ancak işçi sınıfına grev hakkı tanımadı. Emek hakları daha sonraki yıllarda bir grev mücadelesi ile kazanılmıştır. Bunların en ünlüsü Kavel direnişidir ve “demokratik” iktidara bağlı polis gücü grevci işçilerden ikisini öldürmüştür!
Bununla birlikte darbeden sonra uygulamaya konulan ithal ikameci sanayileşme modeli öncelikle Koç ve Sabancı gibilerin işine yaradı. Bunlar, büyük yabancı şirketlerin yerli temsilciliğine soyundular. Kurmak istedikleri montaj fabrikaları için devletten vergi indirimleri, hibeler ve gümrük korumacılığı dahil pek çok imkandan yararlandılar. Böylece parçalarını dışardan aldıkları yarı-mamul ürünleri Türkiye’de birleştirerek ürettikleri düşük kaliteli mallardan inanılmaz karlar elde ettiler.
Son olarak 27 Mayıs darbesi, orduya ekonomik sisteme doğrudan müdahale aracı olan OYAK’ı (Ordu Yardımlaşma Kurumu) hediye etti. Bugün OYAK, devlet kurumu veya kamusal bir kuruluş olmamasına rağmen, KİT’lere tanınan vergi indirimi, teşvik,vb. ayrıcalıklardan sonuna kadar yararlanıp sahipleri olan generallere ve büyük patronlara korkunç paralar kazandıran, Türkiye’nin dördüncü büyük holdingi olmuştur.

12 Mart Muhtırası
27 Mayıs’ın esas toplumsal hedefi tabandan yükselen öfkenin önüne set çekebilmekti; topluma biraz demokratik rüşvet vererek yapmaya çalıştı. Fakat bu işe yaramadı. Türkiye’de sınıf mücadelesi ve toplumsal muhalefet yeni bir ivme kazandı. Sömürü, enflasyon, düşük ücretler ve baskılar işçi sınıfının en ileri kesimini bayrağı altında toplayan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve on binlerce öğrencinin oluşturduğu FKP, Dev-Genç ve THKO gibi büyük muhalefet örgütlerini oluşturdu.
15-16 Haziran 1970’de on binlerce işçi DİSK’i kapatmaya çalışan Demirel hükümetine karşı greve çıktı; İzmit’ten Çorlu’ya kadar pek çok fabrika işgal edildi, büyük mitingler yapıldı ve eni sonu iş, işçilerin Kadıköy Kaymakamlığı’nı yakmasına kadar vardı. Bu olay, patronları ülkeden kaçacak kadar korkuttu!
Yönetici sınıf, dört kuvvet komutanının Demirel’in istifasını isteyen muhtırasını sevinçle alkışladı. Elbette bununla yetinilmedi: tüm grevler yasaklandı, sıkıyönetim ilan edildi ve binlerce işçi, öğrenci ve muhalif aydınlar yakalandı, işkence gördü. Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildi.

12 Eylül: Neo-liberal Vahşet
Fakat tüm bunlar yeterli olmadı. İşçi sınıfı ve diğer muhalefet unsurları hemen toparlandılar. Grevler, fabrika işgalleri ve eylemler bu sefer ülkenin her yanına yayıldı. Taşrada kimi yerler bir süre için halkın kendi kendisini yönettiği, devlet iktidarının tanınmadığı yerler oldu (en ünlüsü Fatsa Komünü’dür)
Bununla birlikte 70’ler dünya ekonomisinin bir krizden çıkıp bir başka krize yuvarlandığı yıllar oldu. Dünya çapında petrol fiyatlarıyla simgelenen fiyat artışları ve enflasyon tüm dünya ekonomisini zorladı. Eni sonu patronların kâr oranları sürekli düşüyordu.
Kar oranlarının düşüşüne karşı kapitalistler yeni yollar aramaya başladı. Bunların içinde sermayenin üretimden çekilip borsa, para spekülasyonu ve faiz araçlarına yönelmesi ve bunun için devletin ekonomi üzerindeki kontrolünün ortadan kaldırılıp vahşi kapitalizm dönemine geri dönülmesi önemli bir adımdır. Ayrıca devlet kontrolünde olan ve kamusal fayda sağlayan eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler alanlarının özelleştirilip kar hırsıyla yanan patronlara satılması da diğer önemli bir adımdı.
Tüm bunları gerçekleştirmek için işçi sınıfı ve muhalefetin dünya çapında susturulması gerekiyordu. Bu, kimi ülkelerde taleplerini gerçekleştiremedikleri için yorulan ve geri çekilen 68 hareketinin ardından geliştirilen bir dizi demagoji ve propaganda yoluyla (“demokratik” yöntem) sağlandı.
Fakat bunu Türkiye’de yapmak imkansızdı. İşte bu yüzden 12 Eylül 1980 sabahı televizyon ve radyodan “ülkenin anarşiden kurtulacağını” müjdeleyen apoletli Mesih’e kapitalistler dört elle sarıldılar. O kadar ki dönemin TÜSİAD başkanı, işçi sınıfı ve muhalefete karşı “bugüne kadar siz güldünüz, artık sıra bizde!” diyecek kadar güçlü hissetti. Bu gücün bedelini ortalama ücreti 1980’den 1989’a kadar % 31 oranında gerileyen işçiler ödedi.
Darbe, binlerce işçi ve aydını işkence ederek, hapsederek ve doğrudan idam ederek ülkeyi bir kan gölüne çevirdi. Her yerde (yine) grevler yasaklandı, sendikalar ve örgütler kapatıldı. Neo-liberal dönüşüm Türkiye’de tam bir vahşetle inşa edilmeye başlandı.
80’li yıllar Türkiye sermaye sınıfı için “altın yıllar”dır. İhracata dayalı büyüme modeli sayesinde tarım ve tekstil ürünleri ihraç edenlere inanılmaz destekler verildi. Bu sadece ekonomik (vergi indirimleri, sübvansiyon, ucuz kredi) destek değildi. Yasaklar nedeniyle sendikasız, iş güvencesiz ve düşük ücretli işçi çalıştırılmasını da olağanlaştırıldı. Bugün bahsedilen kayıt dışı ekonomi bize Özallı yılların armağanıdır. Aynı zamanda o yıllarda patlayan hayali ihracat skandalları bizim sermaye sınıfının girişimciliğinin delilleridir.
Para spekülasyonunun serbest bırakılması Türkiye’ye geniş çaplı sıcak paranın (yatırıma gitmeyen, faiz ve borsa yoluyla artırılmaya çalışılan sermaye) girmesine neden oldu. Bu, hem yerli hem de yabancı sermayedarlara büyük paralar kazandırdı. Devletin borçlarının artması bunun finansmanı için daha fazla bütçe ayrılmasına neden oldu. Bu çoğunlukla işçi ve memurlardan ve yoksullardan toplanan vergilerin birkaç kapitalistin cebine gitmesi anlamını taşıyordu. Serbest piyasa ekonomisi mafya ilişkilerini de beraberinde getirdi.

28 Şubat: Laiklik Hangi Pislikleri Örter?
12 Eylül 1980 darbesinin yarattığı tüm vahşete rağmen işçi sınıfı durdurulamadı. 1983’de ilk grevler yaşanmaya başladı. Ülkenin her yerinde işçi hareketi derlenmeye toparlanmaya başladı. Bununla birlikte öğrenci muhalefeti de 80’li yılların ortalarından itibaren ilk örgütlenmeleri ve eylemleri gerçekleştirmeye başlamıştı.
Böylece 1989 Baharı’na geldiğimizde Türkiye işçi sınıfının en önemli eylemlerinden olan Bahar Eylemleri yaşandı. On binlerce işçi Özal ve generallerin yarattıkları vahşete dur demek için bir araya geldiler. Bu, işe yaradı: grevler ve eylemler sayesinde 1980’de 100 olan, 1989’da 69’a düşen işçi ücretleri ortalaması, 1994’te 120’nin üstüne çıktı. Böylece mavi yakalılar 12 Eylül darbesinin kaybettirdiği ücretlerinin önemli bir kısmını geri almışlardı.
Mavi yakalı işçi mücadelesi beyaz yakalı kamu memurlarına sıçradı ve 90’lı yıllar boyunca beyaz yakalı kamu çalışanları Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin en ileri ucunu oluşturdular.
1996’da Susurluk’ta kaza yapan Mercedes, neo-liberal piyasanın palazlandırdığı kirli mafya ilişkilerini ortaya serdi. 23 milyon kişinin katıldığı “bir dakika karanlık eylemleri”nin doğrudan hedefi devlet-mafya-yönetici sınıftı. Egemen sınıf yeniden bir dönemece geldi: Bir yandan para spekülasyonunun körüklediği ekonomik kriz diğer yandan işçi sınıfı mücadelesiyle ve sol söylemleri kullanarak güçlenen ve kendisini hedef alan İslami hareket... Böylece 28 Şubat 1997’de Refah-Yol hükümetinin düşürülmesini isteyen MGK toplantısına (yine) dört elle sarıldılar. Susurluk eylemleriyle doruğa çıkan toplumsal muhalefetin yönünü İslami hareketi çevirmeye çalıştılar ve bunu başardılar.
28 Şubat’ta devlet “karanlık İslamcı güçlere karşı savaşıyorum” diyerek işçi sendikalarından destek ve fedakarlık istedi. Bunun sonucu olarak grev rakamları 1997’den itibaren bıçakla kesilmiş gibi azaldı. 1980 darbesinin ve Özallı yılların en önemli hedefi olan özelleştirme o yıllardaki güçlü işçi muhalefeti sayesinde durdurulabilmişti, ama 28 Şubat darbesinin oluşturduğu ortamda egemen sınıf özelleştirmeye hız verdi ve pek çok kamu işçisinin atılması anlamına gelen büyük bir özelleştirme dalgası yaşandı (yaşanmaya devam ediyor).
Bahar Eylemleri’nden itibaren istikrarlı bir şekilde yükselen ücretler, 28 Şubat darbesinden sonra istikrarlı bir şeklide düşmeye başladı. Bugün, işçi ücretleri alım gücü itibariyle 80 darbesinin yarattığı karanlık ortamdaki oranlara gerilemiş durumda. 2000 ve 2001’de yaşanan ekonomik krizlerin faturası tamamıyla işçi sınıfı ve yoksullara çıkarıldı ve 28 Şubat darbesinin yarattığı güvensizlik nedeniyle buna karşı ciddi bir mücadele dalgası yaşanmadı.
Sonuç olarak kapitalist bir devletin ordusu ancak devletin sahiplerinin işine yarayacak uygulamaları yapar veya kapitalistlere uygun bir ortam yaratır.

'Türkiye'de Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön