Güncelleme:
15.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Türkiye, AB ve Kıbrıs

Kıbrıs gerginliği tırmandırılıyor

Türkiye Hükümeti, Kıbrıs sorunu etrafında gerginliği tırmandırıyor. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Türkiye'nin Kıbrıs'ta acıya, üzüntüye ve gözyaşına izin vermeyeceğini söylerken Devlet Bahçeli, "Kıbrıs konusunda Türkiye'nin bedel ödemeye hazır" dedi. Bunun dışında Aydın Menderes gibi milliyetçiler de "Türkiye KKTC ile bütünleşmesi", "Akdeniz'in sularının ısınması" şeklinde ifadeler kullanıyorlar.

Sorunun Güney Kıbrıs'ın Avrupa Birliği adaylığının 2004 yılında üyeliğe dönüşmesi olduğu anlatılıyor. Oysa bu gelişme uzun zamandan beri biliniyordu. Güney Kıbrıs 1990'da AB'ye başvurdu ve 1994'de aday üye oldu. Güney Kıbrıs AB'ye uyum sürecini tamamladı.

Kıbrıs sorunu etrafında son haftalarda koparılan tantana AB'den ziyade Afganistan savaşı ile ilgili. Dünyanın en büyük ekonomik ve silahlı gücü ABD'nin karşı karşıya kaldığı sorunu savaş ile çözme yoluna gitmesi bölgedeki bütün egemenleri varolan sorunlarını askeri yöntemlerle çözmeye teşvik ediyor. Savaşın başlaması üzerine Hindistan ve Pakistan arasındaki Keşmir antlaşmazlığı da yeniden sıcak çatışmalara dönüştü. En büyük silahı olanın kendini haklı ilan ettiği bir ortamda böylesi tırmanışlara daha fazla tanık olacağız.

Hükümet "karşılık" istiyor

Bununla birlikte Türkiye hükümeti Afganistan Savaşı konusunda ABD'ye verdiği destek ve gönderdiği asker karşılığında hem parasal hem de politik rüşvetler talep ediyor. IMF'den gelen 10 milyar dolar bunun ekonomik boyutu ise Güney Kıbrıs'ın AB'ye kabulünü engelleme çabası da politik boyutu.

Türkiye'nin kısa vadede AB üyeliğinin ufukta görünmediği bir ortamda Hükümet Güney Kıbrıs'ın üyeliğinin beraberinde yeni politik sorun ve istikrarsızlıklar yaratmasından korkuyor. Kapitalist düzenin uluslararası hukukuna bile aykırı bir şekilde Kıbrıs'taki askeri işgalin devam etmesi Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde daha da izole olmasına neden olabilecek. Ayrıca Kıbrıslı Türkler KKTC'nin 1983'teki kuruluşuyla mahkum edildikleri yalnızlık ve yoksulluğu AB'ye girerek aşmak istiyorlar. Hükümet, Güney Kıbrıs'ın AB üyeliğinin Kıbrıslı Türkler arasında gittikçe artan "Türkiye'den kurtulma" eğilimini güçlendirmesinden kaygı duyuyor.

Hükümetin sert tutumuna karşın Türkiye'nin bir an önce AB'ye girmesini isteyenler daha uzlaşmacı bir tutum izlenmesini öneriyorlar. Güney Kıbrıs lideri Klerides ile görüşmeleri kesen Rauf Denktaş'ın Aralık ayı başında yeniden görüşme masasına dönmesini tartışıyorlar ve "Türk tarafı uzlaşmaz görünmesin" diyorlar. Ancak onların da Kıbrıs sorununun çözümü konusunda önerileri yok. Sadece "görüşmeler çökerse sorumluluğu Klerides'e kalsın" yaklaşımıyla diplomatik bir oyun oynuyor, sorunu geçiştirmeye çalışıyorlar.

Türkiye müdahalesine son

Sermaye Bloğu AB'nin bir hırsızlar mutfağı olduğunu ne refah ne de demokrasi açısından bir kazanım sağlamayacağını sıkça dile getirdik. AB'nin genişleme süreci emperyalist yayılmacılıktan başka bir şey değil. Türkiye'nin AB üyeliği işçi, yoksul ve ezilenler için işsizlik, yoksulluk ve AB sermayesine uyum için artan baskılardan başka bir şey getirmeyecek. Ancak TC Hükümeti'nin Güney Kıbrıs'ın AB üyeliği konusunda takındığı tehditkar tutumu hiçbir şey haklı çıkaramaz. Güney Kıbrıslılar için AB üyeliğinin bir kayıp olacağını düşünsek de Türkiye'nin buna karşı çıkma çabası Kıbrıs sorununu sadece ve sadece daha derinleştirmektir. AB'ye katılıp katılmama kararı Güney Kıbrıs'a bırakılmalıdır.

Türkiye'nin 1950'lerden beri Kıbrıs'ta izlediği askeri çözümlere dayalı müdahaleci tutumu adanın parçalanması ve düşmanlığın, milliyetçiliğin körüklenmesinden başka bir şeye hizmet etmemiştir. Yunanistan ile bölgesel rekabetini Kıbrıs üzerinden sürdüren Türkiye Kıbrıs'ın kana boğulmasından sorumludur. Kıbrıs'a yapılan bütün dış müdahaleler sorun yaratmış ve her müdahale bu sorunu biraz daha derinleştirmiştir. Türkiye egemenleri bölgede İsrail ile ittifak halinde egemen güç olma, Orta Asya petrollerinin bekçiliğini yaparak buradan pay alma peşindeler. Güneydoğu'da 15 yıl savaş yürüten, Irak, Somali ve Kosova Savaşı'na ortak olan, Suriye'nin suyunu kesen, Azerbaycan'da darbe girişimlerinde bulunan şimdi de Afganistan'a asker gönderen Türkiye egemenleri bölgedeki en saldırgan, yayılmacı güç durumundadır. Türkiye'nin bu konumunu güçlendirmesi hem bölgedeki halklar hem de bütün bunların faturasını ödemek durumunda bırakılan işçi, yoksul ve ezilenlerin sıkıntılarını daha da arttıracaktır.

Türkiye egemenlerinin Yunanistan ile yürüttüğü rekabet her iki ülkenin de Avrupa ortalamasının iki katı düzeyinde askeri harcamalarda bulunmasına neden oluyor. Yunanistan ve Türkiye'nin sahip olduğu tanklar Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya'nın toplamından daha fazla. Ancak Türkiye Yunanistan'ın yedi katı bir büyüklüğe sahiptir. Askeri gücü kat kat daha büyük. İki ülke arasında Kıbrıs üzerinden tırmandırılan gerginlik ancak egemenlerin işine yarayabilir. Başını ABD'nin çektiği uluslararası silah tacirleri ise her iki ülkeyi de silahlandırarak ceplerini dolduruyorlar. Kıbrıs ABD ve İngiltere için Ortadoğu'ya 10 dakika mesafede büyük bir askeri üsten başka bir şey değildir. ABD ve Avrupa egemenleri bu dev askeri üssü korumak için ellerinden geleni yapacaklardır.

Başka bir dünya için seve seve

Rum ve Türk halkları arasında ne denli köklü dostluların olduğunu 17 Ağustos depreminde tekrar gördük. Sıradan insanlar Türklere yardım edebilmek için adeta birbirleriyle yarıştılar. Kıbrıs'ta da Yeşil Hat'ta yapılan dostluk konseri vb etkinlikleri her iki toplumun geniş katılımı ve barış talebiyle gerçekleştiriliyor. Kıbrıs'ta yüzyıllarca barış içinde yaşayan, komşu olan, birbirleriyle evlenen iki toplumun yeniden birlikte huzur içinde yaşayabilmesi için dış müdahalelerin durdurulması gerekiyor. Ada askeri bir üs olmaktan çıkarılarak silahsızlandırılmalı. Büyüklüğü ve saldırganlığı ile bütün çevre halkları korkutan Türkiye egemenleri ve ordusu ilk adımı atmalı, KKTC'den çekilmeli.

ABD'nin Afganistan Savaşı ve bunu bütün çevreye yayma çabası egemenlerin saldırganlığını arttırdı. Ancak savaşa karşı gelişen Küresel Direniş hareketi tüm dünyada olduğu gibi bölgede işçi, yoksul ve ezilenlerin kendi egemenlerimize ve onların savaş çığırtkanlığına, hangi ülkede olursak olalım bizi daha da yoksulaştıran politikalara karşı birleşik bir mücadele hattı oluşturma fırsatı veriyor. Savaşların ve sömürünün olmadığı başka bir dünya için seve seve…

Sol ve Kıbrıs

1974 sonrasında Türk solu içinde Doğu Perinçek adadaki faşistleri güçlendirdiği gerekçesiyle işgale karşı çıkmış ancak bu tutumunu sonra değiştirmiştir.

Türk solu Kıbrıs konusunda genelde sessiz kalmıştır. 27 Mayıs 1960 darbecileri adada terörist TMT'yi ve adanın bölünmesini desteklemişlerdir. Hatta 1966'da TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, Üçüncü Parti Kongresi'nde Hükümeti Kıbrıs konusunda yeterince müdahaleci davranmamakla suçlamıştır. Halbuki sorun Türk Hükümeti'nin müdahaleci davranmasıydı.

Kıbrıs solunda ise Türkler arasında 1968 Hareketi dalgası üzerinde kurulan CTP (Cumhuriyetçi Türk Partisi) Rumlar arasında ise AKEL Komünist Partisi öne çıkmıştır. Her iki parti de kendini anti-emperyalist olarak ABD'ye karşı SSCB yanında tarif ediyordu. Halbuki ABD ve İngiltere kimi zaman bir tarafı kimi zaman da diğer tarafı desteklerken her iki tarafı da silahlandırdı.

Solun anti-emperyalizmi ne yazık ki milliyetçilik ile sakattı. AKEL, ABD'nin Türkleri desteklediği, CTP de Rumları desteklediği iddiası üzerinden anti-emperyalist bir çizgi oluşturmaya çalışıyordu. Bu politikalar adadaki bölünmüşlüğü derinleştiriyordu.

"Anavatan Türkiye" söylemi çok ağır basıyordu. Türkiye'nin adaya sürekli müdahalelerine karşı çıkan Toplumcu Kurtuluş Partisi ve onun 12 Eylülcülerin tasfiye etmeye çalıştığı sol kanadı da Türkiye'ye anavatan olarak bakıyor, Kıbrıs için bağımsız ve iki toplumun barış içinde birlikte yaşayabilecekleri bir çizgi öngöremiyordu.

1960 ve 70'lerde kitlesel olan sol hareket kendi egemenlerinin müdahaleciliğine karşı, adanın askeri bir üsse dönüştürülmesine, EOKA ve TMT çetelerine ve silahlandırılmalarına karşı kararlı bir tutum geliştirebilseydi milliyetçiliğe karşı bir set oluşturabilirdi. Bu görev, bugün hala güncel.

Coğrafi Konum

Akdeniz'in üçüncü büyük adası olan Kıbrıs coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca Doğu-Batı arasında bir sıçrama tahtası olarak kullanılmıştır. Tarih boyunca Akdeniz ve Mısır için önemli bir ticaret yolu oluşturmuştur. MÖ 1000'deki Finike işgali MÖ 709 yılına kadar devam ediyor. Yunan, Asur ve Persler'in işgaline uğruyor ve MS 395-1184 arası Bizans hakimiyetine giriyor. Bundan sonra 1489'a kadar Lüzinyanların, 1571'e kadar da Venedik'in egemenliğine geçiyor. Kıbrıs 1571'de Osmanlı'nın eline geçti. Osmanlı adada Müslüman nüfusu zorunlu iskan ve göç politikalarıyla artırmaya çalıştı. 300 yıl Osmanlı'nın egemenliğinde kalan ada 1878 yılında Çarlık Rusyası ile sınır sorunlarında yardım etmesi karşılığında İngiltere'ye kiralandı. Kıbrıs halkı bu konuda söz sahibi olmadı.

Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla İngiltere Kıbrıs'ı sömürge haline getirdi. 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye Kıbrıs üzerinde her türlü hak iddiasından vazgeçti. 1949 yılına kadar Türk devletinin Kıbrıs politikası yoktu. İngiltere bu süreçte adayı askeri bir üsse dönüştürdü (Ağrotur ve Dikelya). Kıbrıs Soğuk Savaş yıllarında İngiltere ve ABD için önemli bir üs durumundaydı. İsrail'in kurulması bölge açısından bir dönüm noktası oluşturdu ve 1956'da Süveyş Kanalı'nın da açılmasıyla Kıbrıs'ın bölgedeki ekonomik ve askeri önemi yeniden arttı.

Zürih ve Londra Antlaşmaları sonucunda Kıbrıs 15 Ağustos 1960'da İngiltere, Yunanistan ve Türkiye'nin garantörlüğü altında iki toplumlu bir Cumhuriyet olarak bağımsızlığını kazandı.

Böl ve Yönet

1960'da Kıbrıs nüfusunun yüzde 72'si Rum yüzde 18'si ise Türkler'den oluşmaktaydı. Rum kesimi tarihsel olarak daha ziyade ticaret ile uğraşmaktaydı. Osmanlı döneminde Müslümanlar yönetici olmalarına rağmen ekonomik ve kültürel olarak daha yoksul bir toplumu temsil ediyorlardı. Şamişicilik, yorgancılık, kuyuculuk mesleklerinde bir yoğunlaşma vardı. Çoğu ise tarım ile geçiniyordu.

Rum ve Türkler tarih boyunca adada barış içinde yanyana yaşadılar. 1929 Buhranı bütün dünyada olduğu gibi Kıbrıs'ta da yoğun bir işsizlik ve yoksullaşmayı beraberinde getirdi. Kriz Hindistan'da olduğu gibi Kıbrıs'ta da bağımsızlık eğilimlerini tetikledi. 1930'lardan sonra İngiltere'nin ada halkı üzerine yine Hindistan'da uyguladığı böl ve yönet stratejisini izlediği gözlemlendi. İngiltere'den bağımsızlık talebini toplumun çoğunluğunu oluşturan Rumlar daha çok dillendirdiği için İngiliz sömürgeciler Kıbrıslı Türkleri yanlarına çekerek yönetimlerini sürdürmeye yöneldiler. Yoksul olan Türklerin yüksek maaş karşılığında polis, asker ve diğer kamu görevlerinde yoğunlaşmasının önünü açtılar. Sadece Türkler'den oluşan binlerce kişilik polis birlikleri kuruluyordu. Güvenlik güçlerinin içinde Rumların sayısı yok denecek kadar azdı.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, 1949-57 yılları arasında İngiliz sömürge yönetiminin Başsavcısı konumundaydı.

Hindistan'da Gandi liderliğindeki bağımsızlık hareketine karşı Müslüman kesimi yanına çekerek uyguladığı böl ve yönet taktiğini Kıbrıs'ta da uygulayan İngiltere, toplumlar arasında düşmanlığın tohumlarını attı.

İngiltere'nin adadan çekilirken geriye bıraktığı Anayasa da iki toplumu yönetsel olarak birbirinden ayıran nitelikteydi. Türkiye ve Yunanistan'ın garantör olarak tayinleri ise adaya dış müdahalelerin devamını sağlıyordu.

Enosis ve Taksim

Kıbrıs'ta yüzyıllarca birlikte barış içinde yaşamış iki toplum arasındaki gerginlik dışardan müdahalelerin bir sonucu olarak 1955 yılı sonrasında ortaya çıktı. İngiltere'den bağımsızlık mücadelesi için kurulan ancak Yunanistan İç Savaşı sırasında binlerce komünisti katleden George Grivas liderliğindeki EOKA teşkilatı adanın Yunanistan'a bağlanmasını istiyordu. Türkiye'de de adanın bölünmesi yönünde özellikle Demokrat Parti'nin yürüttüğü kampanya 1949 sonrasında "Ya Taksim ya ölüm" gösterilerine dönüşüyordu. DP'nin kendine taban edinme çalışmasının bir parçası olan bu kışkırtmalar 5-6 Eylül 1955 olayları ile İstanbul'da Rum azınlığa saldırıların yapıldığı ve mülklerinin talan edildiği vahşet boyutuna ulaşacaktı. Türkiye'de Kıbrıs'ı bölmeye (Taksim) yönelik politikaların ortaya çıkması ve 5-6 Eylül olaylarının adadaki Rumları korkutması kaçınılmazdı.

İngiltere ise Türkiye'yi Kıbrıs konusunda daha aktif davranmaya teşvik ediyordu. Kıbrıs'ta AKEL Komünist Partisi'nin ve EOKA'nın bağımsızlık mücadelesi İngiltere'yi üslerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıyordu.

Türkiye, Kıbrıs'a müdahaleci tutumunu daha da ileriye götürerek Özel Harp Dairesi başkanlığında Türk Mukavemet Teşkilatı'nın kurulmasını ve silahlanmasını sağladı. Dış müdahalelerle oluşturulan gergindik TMT'nin kuruluşu ile silahlı çatışmaya dönüştü. Rauf Denktaş'ın TMT'yi Kasım 1957'de Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrıserdi ile kurduğu yönündeki açıklamaları ile Özel Harpçilerin TMT ile ilişkisini önemsizleştirmeye çalışıyor. TMT'nin Genel Başkan Yardımcılığı'nı üstlenecek Özel Harpçi İsmail Tansu, "Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu" kitabında 1958'de Türkiye'den Kıbrıs'a silah kaçırdıklarını anlatıyor. 12 Haziran 1958'de ise kan akmaya başladı. Sekiz Rum TMT tarafından öldürüldü. Bu olaydan beş gün önce Türkiye Konsolosluğu'nda bomba patlamıştı. Bombanın Rumlar tarafından yerleştirildiği düşünüldü ancak yıllar sonra Rauf Denktaş bombayı kendisinin yerleştirdiğini itiraf edecekti. Dolayısıyla TMT provokasyonlar düzenleyerek Türk kesimini bir yandan kışkırtı ve Rumlara saldırmak için bahaneler yarattı. 1955-59 döneminde Kıbrıs'ta ölen 509 kişiden 142'si İngiliz, 278'i Rum, 64'ü ise Türk'tü. İsmail Tansu 1960 darbesi sonrasında özellikle Alparslan Türkeş'ten yoğun destek gördüklerini de ifade ediyor.

Yunanistan ve Türkiye'nin müdahaleleri ile onların adadaki uzantıları EOKA ve TMT iki toplumu bölmek için yoğun bir kargaşa ve çatışma ortamı yarattılar. Bu amaçla EOKA tarafından öldürülen Rumların ve TMT tarafından öldürülen Türklerin sayısının iki kesim arasındaki çatışmalarda ölenlerin sayısından çok daha fazladır. EOKA'nın düzenlediği 265 suikast sonucu 131 Rum öldürdü. Geriye kalan 134 kişi bu suikastlarda öldürülen Türk ve İngilizlerin toplam rakamı. TMT ise 5 Haziran 1958'de Kıbrıs Türk Atletik ve Kültür Merkezi Komite üyelerinden Ahmet Yahya'yı, 29 Mayıs 1959'da İnkılapçı Gazetesi editörü Fazıl Ondur'u öldürdü. TMT 3 Haziran 1958'de Arif Barudi'ye sonra da PEO sendikası yöneticilerinden Ahmet Şadi'ye suikast düzenledi. İki toplum arasında işbirliğinin güçlendirilmesi için tartışan yayıncılar Ayhan Hikmet ve Ahmet Gürkhan 1962 yine TMT tarafından öldürüldü.

TMT Taksim politikalarına karşı çıkan demokratlar, Rum işçileriyle birlikte PEO sendikasında örgütlenen, mücadele eden Türk işçiler üzerinde muazzam bir terör politikası izledi. İşçiler tam anlamıyla silah zoruyla PEO'dan ayrılıp milliyetçi Türk sendikalara üye olmaya zorlandı. TMT iki toplum arasındaki çatışmaları tırmandırmak için cami kundaklama dahil provokasyonlardan da kaçınmıyordu.

Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'un 1963'de önerdiği anayasa değişikliği ve buna Türkiye ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Fazıl Küçük liderliğindeki Türk kesimin gösterdiği tepki iki toplum arasında gettolaşma ve çatışmaların yoğunlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Makarios 1962'de Ankara ziyareti sırasında değişiklik önerilerini görüşmek istemiş ancak Türk yetkilileri tarafından reddedilmişti. Kıbrıs'ı Bağlantısızlar hareketine dahil eden Makarios Ankara tarafından Kızıl Papaz olarak damgalanmıştı. Kıbrıs'ta ise Türk yöneticileri meclisten çekildiler. Ağustos 1964'de ise Türk jetleri Rum köylerini bombaladı ve 100 kişiyi öldürdü. Türkiye'nin adayı işgal etme tehdidi üzerine konu Birleşmiş Milletlere taşındı.

Açık Hava Hapishanesi

1967'de Yunanistan'da askeri bir darbe ile iktidarı ele geçiren Albaylar Cuntası Temmuz 1974'de Kıbrıs'ta Makarios yönetimine karşı faşist Nicos Samson önderliğinde bir darbe gerçekleştirdi. Türkiye ise buna karşılık 1974'de 40 bin askerle adaya çıktı.

Türkiye'nin işgali sonucunda 200 bin Rum yerinden yurdundan edildi. O günden bu yana süren işgal ve 12 Eylül 1980 darbesi sonrasının şahin anlayışıyla 1983'de kurulan KKTC Öğretmen Ahmet Barçin'in ifadesiyle "bir açık hava hapishanesi"ne dönüştürüldü. KKTC'nin 210 bin nüfusunun sadece 90 bini yerlidir. KKTC'de bulunan 35 bin askerin dışındaki nüfus Türkiye'den adaya yerleşmek üzere gönderilenlerden oluşmakta. 1974 hareketi ile adadaki Türk nüfus yüzde 18 olmasına rağmen adanın yüzde 38'i işgal edilmiştir. İşgal edilen topraklarda yaşayanların yüzde 75'i Rum'du. 1974 sonrası adalıların durumu ise günden güne kötüleşti. KKTC, Türkiye dışında başka hiçbir ülke tarafından tanınmamaktadır. Türk devleti KKTC'yi Süleyman Demirel'in belirttiği gibi 81. Vilayet olarak yönetmektedir. Seçimlerden, itfaiye güçlerine kadar her şey Türkiye tarafından belirlenmektedir. Bununla birlikte ada halkı sürekli yoksullaşıyor. Rum kesiminde ortalama gelir 14 bin dolar iken KKTC'de bu rakam 2 bin doları aşmıyor. KKTC aynı zamanda Türkiye'nin gazinosu haline getirilmiştir. Uyuşturucu dahil her türlü kaçakçılık ada üzerinden yapılmaktadır. Her türlü para aklama ve çete işleri Kıbrıs üzerinden döndürülüyor. Abdullah Çatlı'nın Susurluk kazasında ölmeden önceki son durağı Kıbrıs'tı.

Bu gidişata ve Denktaş'a karşı adada gelişen muhalefet yine Türkiye'nin müdahalesi ile bastırılmaya çalışılıyor. Kıbrıs'ta iki yıl önce bankaların batması sonrası yaşananlar, Türkiye'nin dayattığı istikrar programı sonrasında yaşanan meclis baskını toplumda ne kadar büyük bir öfkenin biriktiğini gösteriyor. Kıbrıslıların ikinci sınıf konumuna düşürüldükleri, kendilerini idare edemedikleri hissiyatı güçleniyor.

KKTC ana muhalefet lideri Mustafa Akıncı, "Bu bir demokrasi değil. Ankara'nın her şeye karar verdiği bir durumda nasıl olabilir ki?" diyor. Sendika, parti ve sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu muhalif Grup 41 üzerinde yoğun baskılar var. Avrupa gazetesi bombalandı, editörü Şener Levent sürekli ölümle tehdit ediliyor. Tanınmış muhaliflerden Alpay Durduran, "Bizi kurtaranlardan kendimizi kurtarmak istiyoruz" diyor. Cumhuriyetçi Türk Parti lideri Mehmet Talat, 30 yıldır iktidarda olan Denktaş'ın Kıbrıslı Türkleri değil Türkiye'nin stratejik çıkarlarını savunduğunu söylüyor.

Son genel seçimlerde Denktaş'a karşı muhalefet o kadar yükselmişti partisinin yeniden seçilmesi olası görünmüyordu. CTP, TKP ve YKP gibi muhalefet partileri 1998'de yapılan seçimlerde yüzde 40 oy aldılar. Ancak Türk devleti seçim sürecine müdahale ederek Denktaş'tan yana ağırlığını koydu. Denktaş ise Kıbrıs'ta MHP'nin karşılığı olan Ulusal Halk Hareketi'ni (UHH) destekleyerek muhaliflerini sindirmeye çalışıyor. Muhalif Avrupa Gazetesi 17 Mayıs 2001'de Denktaş'ın danışmanlarından UHH'li Taner Etkin'in TMT-B'yi kurduğu ve köy köy dolaşarak örgütlediğini açıkladı. Avrupa gazetesi TMT-B'nin AB taraftarlarına, iki toplum arasında barış ve dostluğu özendirenlere, sayıları gittikçe artan Güney Kıbrıs pasaportu sahiplerine karşı mücadele ettiğini vurguladı. Gazete TMT-B'cileri eğitmek için Türkiye'den özel birliklerin KKTC'ye geldiğini iddia etti.

Bu faaliyetlerin ada için ne kadar büyük bir tehlike oluşturduğu ise açık.

Yunanistan ve Kıbrıs’tan Mektuplar

Fedonas Vassiliades - Ergatiki Demokratia (İşçi Demokrasisi) Güney Kıbrıs

Aralık ayı başında Denktaş ve Klerides arasında yapılacak olan görüşme Kıbrıs sorunundaki tıkanıklığı açmak için iyi bir fırsat olarak görünse de sınırın iki tarafındaki sıradan insanlar için herhangi olumlu bir gelişme yaratmayacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

Her iki taraf da masaya kabul edilebilir bir çözüm geliştirmek için oturmuyorlar. Tam tersine her ikisi de "uzlaşmaz" taraf olarak görünmek istemiyorlar. Denktaş toplantı önerisini Klerides'i Birleşmiş Milletler şemsiyesinin altından çıkartmak için yaptığını söylüyor. Klerides de Denktaş'ı uzlaşmaz taraf olarak deşifre edeceğini söylüyor. Her ikisi de iyi niyetten yoksun davranıyor.

Gerçek ise herhangi bir gelişmenin olmadığı, hatta eski soğuk savaşa dönüldüğüdür. Son sürecin ardından bir yandan Yunanistan ve Kıbrıslı Rum diğer yandan da Türkiye ve Kıbrıslı Türk egemenlerinin adada ve bölgede kendi çıkarlarını güçlendirmek için devam eden rekabetleri yatıyor. Adada son 40 yıldır savaş ve katliamlara neden olan bu rekabettir. Türk egemen sınıfı ve ordusu sivilleri öldürüp, tecavüz edip, binlerce Kıbrıslı Rumu 1974'de evsiz bıraktıysa Yunan egemenleri ve ordusu da sivilleri öldürüp, tecavüz edip, binlerce Kıbrıs Türkünü ondan önceki 74 yıl boyunca evsiz bıraktı.

Kıbrıs sorununu yaratanlar onu çözemez. Sadece Klerides ve Denktaş'ın değil onların on yıllardır temsil ettikleri egemen sınıfların yayılmacı saldırgan tutumu devam ediyor. Türk hükümeti Kıbrıs'ı ilhak etmekten bahsediyorsa Yunan hükümeti de Kıbrıs Cumhuriyeti'ni (Rum kesimini kastederek) Avrupa Birliği'ne dahil etmeyi öngörüyorlar.

Yıllardır Kıbrıs Türkleri'ne bazı hakların verilmesi için anlaşmaya varma taraftarı rolü oynayan Klerides şimdi oturup konuşmak için hiç de acele etmiyor.

Kıbrıs Rum egemen sınıfı herhangi bir anlaşma imzalamak için acele etmiyor çünkü AB'ye giriş ile birlikte Kıbrıs sorununun otomatik olarak çözüleceğini umut ediyor. Adanın Kuzeyi üzerinde sınırlı egemenlikten kaynaklanan sorunların AB tarafından ortadan kaldırılacağını düşünüyorlar. Bu nedenle sorunu AB'ye devretmeyi yeğliyorlar ve daha iyi sonuçlar alacaklarını düşünüyorlar.

Yunan egemen sınıfı çok önemli bir role sahip. Kıbrıslı Rum yönetimi tam anlamıyla Yunan hükümeti tarafından destekleniyor. Geçenlerde ziyarete gelen Yunan Dışişleri Bakanı George Papandreou RIK TV'de Türkiye'ye yönelik uygulanan politikaların yenilgici değil tam tersine "şu ana kadar Türkiye'ye yönelik olarak uygulanan en saldırgan politikalar" olduğunu açıkladı.

Bu kadar istikrarsız bir dönemde ve bu kadar istikrarsız bir bölgede bu sözler ateşle oynamakla eş anlamlı. Dolayısıyla ne Denktaş-Klerides ne de Cem-Papandreou görüşmelerinin adaya ve bölgeye barış getireceği hayaline kapılmayalım.

Barış ve adalet için tek umut her ülke işçilerinin kendi ülkelerinde milliyetçiliğe, bizleri birbirimizi gırtlaklamamız için savaşa gönderme konusunda hiç tereddüt etmeyecek patronlarına ve generallerine karşı mücadele etmesinde yatıyor.

Güney Kıbrıs İşçi Demokrasisi olarak bizim yaptığımız budur. AB'ye katılımın Kıbrıs Türklerine yönelik saldırgan bir politika olduğunu vurgulayarak eleştirilerimizi Klerides ve Yunanistan Başbakanı Simitis'e yoğunlaştırıyoruz.


Kıbrıs'ın AB üyeliği 6 Aralık'ta başlayacak olan Denktaş-Klerides görüşmeleriyle birlikte yeniden Yunan gazetelerinin gündeminde. Bakanlar zaman zaman Kıbrıs'ın AB'ye girişinin kesin olduğunu hatırlatıyorlar. Bunu hiçbir şeyin durduramayacağını ve Kıbrıs sorununun AB'nin kurum ve prosedürleri içinde çözüleceğini iddia ediyorlar.

Böyle bir gelişme olası görünmüyor. Britanya onyıllardır AB üyesi ve Kuzey İrlanda işgalini sürdürüyor. İspanya 15 AB ülkesinden birisi ama Bask bölgesinde sürdürdüğü savaş bitmedi.

Kıbrıs'ın AB üyeliği Yunan egemen sınıfının Türkiye ile rekabetinin bir uzantısı. Kıbrıs AB'ye katılırken Türkiye'nin uzak bir gelecekte aynı şeyi yapabilmesi için "bizim" koşullarımıza uymak zorunda kalacak. Süslü cümlelerle Türk-Yunan işbirliği konusunda ne derlerse desinler Yunan egemen sınıfının pozisyonu ardında yatan gerçek budur. Cem ve Papandreou birbirlerine karşılıklı iltifatlarda bulunabilirler ama silahlanma yarışı diplomatik pazarlık ve uygulanan basınçla birlikte sürüyor.

AB ne bir cennet ne de çalışanlar için güvenli bir liman. Tam tersine emperyalist bir örgütlenme, zengin ve güçlülerin klubü. İşçi haklarına beş kuruş vermiyor. Afganistan'daki emperyalist katliama canı gönülden katılıyor. Aralık ayında Brüksel'de yapılacak Zirve'de yeni terör karşıtı yasalar çıkarılmak isteniyor. Simitis hükümeti ise boğazına kadar bu suçlara batmış durumda.

Tam da bu nedenle resmi yada gayri resmi ağızlardan "Türkiye'nin AB'ye katılmaya hazır olmadığı" ve "demokratikleşme yönünde atması gereken adımlar olduğu" şeklindeki açıklamaları kabul etmiyoruz. Brüksel, Atina ve diğer Avrupa ülkelerindeki katil ve şantajcılara ulusların kaderini tayin etme hakkı tanımıyoruz.

Kıbrıs'ın AB'ye üyeliğine karşı çıkıyoruz çünkü adadaki insanlara olumlu hiçbir şey katmayacağı gibi bu adım yangına körükle gitmek gibi olacaktır. Türkiye konusunda ise Türkiye'nin AB üyeliği hakkında tek karar verebilecek olanlar Türkiye insanlarıdır. Karar hakkı kapalı kapılar ardında pis pazarlıklar sürdüren AB diplomatlarının değil, piyasanın deliliğine, yoksulluğa, savaş ve baskılara karşı mücadele edenlerin olmalıdır.

Leandros Bolaris - Ergatiki Allilengii (İşçi Dayanışması) _ Yunanistan'daki Sosialistiki Ergatiki Komma'nın (Sosyalist İşçi Partisi) gazetesidir

Antikapitalist; Sayı 12; Aralık 2001

'Avrupa Birliği' sayfasına dön
sayfa başına dön