Güncelleme:
08.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Gelecek Yüzyıla Kim Yön Verecek?

Bir yenilgi masalı: Küreselleşme

Bir diğer "modern" masal da "küreselleşme karşısında yapılacak bir şeyin olmadığı, hepimizin uluslararası sermayenin hükümlerine boyun eğmek zorunda kaldığımız"dır.

Sermayenin küreselleşmesi yeni bir durum değil. Kapitalizm ilk gelişmeye başladığı andan itibaren, sermayedarlar uluslararası pazarlara yöneldiler. Ancak son 20 yıldır bizlere sermayenin küreselleşmesi karşısında ulus-devletlerin aciz durumda olduğu anlatılmaktadır. Ataletinden memnun sendika bürokrasisi ve partiler için kendi devletlerini desteklemenin bir bahanesi. Halbuki dünyanın en büyük sermayeleri bir devletin koruması altında. Amerikan sermayesi yatırımlarının büyük çoğunluğu yine Amerika'da gerçekleşiyor. Alman ve Japonya gibi gelişmiş ülkeler için bu oran en az yüzde 60. Devletin polis ve orduya sahip olması, bir eğitim sistemi sunması o ülkenin sermayesini devlete bağlıyor.

Sermayenin uluslararasılaşması karşısında işçi sınıfı aciz falan değil. Yakın geçmişte dünyanın en büyük otomobil firmalarından Amerikan General Motors'un (GM) küçük bir fabrikasında gerçekleşen grev bu dev sermayeleri dize getirmenin mümkün olduğunu gösteriyor. GM'nin 300 işçi çalıştıran fabrikasında başlayan bir grev bütün uluslararası üretimini durdurdu. Aslında uluslararası sermaye bizim üretimden gelen gücümüzü kullandığımızda o kadar aciz.

Sermayeye karşı işçilerin gücü

Küreselleşmeyle ne kadar kolay başedebileceğimizi ancak bu sistemi sorguladığımız ve kendi sınıfımızın gücüne güvendiğimiz an kavrayabiliyoruz. Ilımlılara göre "dinazorca" ve "etkisiz" diye tarif edilen grev ve gösterilerin ne kadar etkin olduğunu görüyoruz. Fransa'da 1995'de hükümetin Avrupa Birliği'nin gereklerini yerine getirme çabası ile kamu çalışanlarına olan 22 maddelik saldırısını ılımlılar değil, sokağa çıkan, grev yapan militan kitleler durdurdu. Sağ hükümet bu mücadeleler sonucunda devrildi. Kocaeli SEKA fabrikasının kapatılmasını engelleyenler de ne "medyaya iyi kullanan"lar, ne hukukçular ne de milletvekilleriydi. Fabrikanın kapatılmasını islamcı-laik, Türk-Kürt diye bölünmeden fabrikayı işgal eden ve onlara destek veren emekçilerin "aşırılıklarıydı." KORDSA'daki işçiler işten atmaların durdurulabileceğini "görüşmeler yoluyla" değil, fabrikayı işgal ederek gösterdiler. Sendikasızlaşmanın bir kader olmadığını, sendikalarımıza sahip çıkabileceğimizi 15-16 Haziran 1970 direnişinde DİSK'e sahip çıkan işçiler gösterdi.

İşçi sınıfının kollektif gücü karşısında egemenlerin korktuğunu, kaçacak delik aradıklarını, karşımızda ne ordu ne de polisin dayanabildiği bu deneyimler göstermektedir. Faşist teröre boyun eğmek zorunda olmadığımızı, kollektif olarak direnebileceğimizi sendikaların 1970'ler deki "faşizme ihtar" eylem ve grevlerinde gördük.

Ilımlı politikalar ne getirdi?

Ekonomik krizin getirdiği işsizlik ve yoksullaşma, devletin milliyetçi-laik dayatmalarının yarattığı anti-demokratik ortam bu dönemin belirleyici özelliği. Ancak böylesi bir dönemde yaşamak bizim kaderimiz değildi. Solda hakim olan "ılımlı" ve "modern" diye adlandırılan politikaların sonuçlarını yaşıyoruz.

Egemen sınıf uzun süredir "şeriata ve bölücülere karşı mücadele ediyoruz destek olun, ekonomik kriz var dişinizi sıkın" diyor. Şimdi buna bir de "Kosova'da savaşıyoruz, fedakarlık yapın" talebi ekleniyor.

Sendikalarımız ve partilerimiz 28 Şubat'tan bu yana bu desteği egemenlere sunuyor. Emekçilerin çıkarlarını temsil etmek yerine işçi sınıfının egemenlerin ihtiyaçlarına uygun hareket etmesine önderlik ettiler.

Bu destek nedeniyle "sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık" eylemleri Refah Partisi'ne yöneltilip çeteler unutturulabildi. Şimdi Merve Kavakçı başı türbanlı diye meclisten atılmak istenirken "tescilli katiller" meclis koridorlarını aşındırıyor, Susurluk partisi MHP hükümet ortağı oluyor.

Susurluk'un tutuklu tek sanığı bile kalmazken Oral Çalışlar, Tayyip Erdoğan, Akın Birdal gibi gazeteciler, seçilmiş belediye başkanları, insan hakları ve barış savunucuları sudan sebeplerle hapse gönderiliyor.

Sırbıstan'ı bombalamak için para bulan devlet, kamu çalışanlarının grevli toplusözleşmeli sendika talebini yok sayıyor. Ekonomik kriz nedeniyle fabrikalar kapanıp binlerce kişi işini kaybederken devlet kaynakları Cavit Çağlar gibi patronlara peşkeş çekiliyor.

Laiklik ve milliyetçilik karın doyurmuyor

Egemen sınıf "laik ve milliyetçi Türkiye daha güzel olacak" diyor. Laik olduk, milliyetçi olduk ama daha da açız, işten atılıyoruz ve demokratik haklarımız daha fazla tırpanlanıyor.

Sunulan desteğin bedelini her alanda ödüyoruz. Seçim öncesinde yaşadığımız yoksullaşma devam ediyor. Seçim sonrası büyük bir hızla peş peşe bağlanan toplu sözleşmelerde ücret artışları yüzde 30-35 civarında seyrediyor.

Devlet İstatistik Enstitüsü'nün enflasyon rakamları bile yüzde 70'in altına pek inmiyor. Emekçilerin yoğun olarak kullandığı mal ve hizmetlerdeki fiyat artışları ise yüzde 100-250 arasında seyrediyor. Yani ücretlerimiz eriyor. Buna özelleştirme ve taşeronlaştırmanın yol açtığı işsizlik, ücret ve hak kayıplarını da eklersek ödediğimiz bedel biraz daha artıyor. İşimizi kaybetme tehlikesi artarken iş bulma şansı azalıyor. İnsanlar boşuna cinnet geçirip ailelerini ve kendilerini öldürmüyorlar.

Türkiye gelir dağılımı en bozuk ülkelerin baş köşesine oturdu. Bu gelişmeler özellikle gençlerin geleceğe yönelik umutlarını yokediyor. Umutsuzluk faşist hareket için bir büyüme ortamı yaratıyor. Güzellik bunun neresinde?

Marksizm ve dinozorlar

Marksizm’e "çöpe atılması gereken 'dinozor' teori" muamelesi çekenler bugün MGK'nın kuyrukçuluğunu yapmakta, MHP'nin oluşturduğu tehlikeyi görmezden gelmekte, dünya çapında işçi sınıfının çıkarlarına darbe indiren özelleştirmeci ekonomi-politikaları onaylamaktalar.

Patronların kendi yarattıkları krizin faturasını işçilere çıkarma çabası yeni değildir. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı yıllardan beri bu böyle işlemektedir. Asıl "dinozorluk", artık miladını tamamlamış, büyük kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak, değişmesi ve büyük çoğunluğun lehine değişmesi-devrilmesi gereken bu sisteme sıkı sıkı bağlanıp kalmaktır.

Krizin nedeni ne?

Bu duruma düşmemiz kader değildi. Ancak devletçi-kemalist yaklaşım emek cephesini böldü. Sol, tutarlı bir şekilde işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunamadı ve işçiler içinde egemen sınıfın çıkarlarını temsil eder hale geldi.

Hem Türkiye'de hem de dünya çapında son 30 yıldır ekonomik bir istikrarsızlık yaşanıyor. Şimdi ekonomide yeniden daralma eğilimine tanık oluyoruz. Bu krizin nedeni gözlerini kar hırsı bürümüş olan patronlardır. İnsanların ihtiyaçları ile kar sisteminin ihtiyaçlarının çeliştiği yerde küçük bir grubunun çıkarları öne çıkıyor.

Kapitalizm ilk dönemlerinden bu güne kadar son derece dinamik bir gelişme izledi ve insanlığın daha iyi yaşabilmesinin koşullarını yarattı. Örneğin bugün sahip olduğumuz teknoloji ile 67 milyar insanı rahatlıkla besleyebiliriz. Oysa dünya nüfusunun yarısı açlık içinde kıvranıyor. Gelişmiş olarak bilinen ülkelerde bile nüfusun beşte biri yoksulluk sınırının altında.

Krizin etkisiyle işsizlik ve yoksulluk artmakta. Yine sistemin dinamizmi ile geliştirilen teknolojiyle artık uzayın derinliklerine araç gönderebiliyoruz. Ancak gel de büyük şehirlerde her sabah işe gitmeye çalış. Artık atomu bile bin parçaya bölebiliyoruz ancak bu gelişimi insanların kafasına bomba yağdırmak için kulllanıyoruz.

Bu sistem insanlık için çalışmıyor. Tam tersine artık insanlığın gelişminin önünde bir engel teşkil ediyor. İnsanlığın umudunu ve geleceğini karartıyor. "Önce insan ve onun ihtiyaçları gelir" diye tarif edebileceğimiz bir dünya ancak etrafımızda gördüğümüz her türlü zenginliği üreten insanların yani işçi sınıfının yöneten olmasıyla gerçekleşebilir. Savaşlar, sömürü ve baskı işçi sınıfının çıkarına değildir ve ancak bu sınıfın iktidarı ile ortadan kaldırılabilir. Gerçek demokrasiye o zaman ulaşabiliriz. Bu yöne doğru adım atabilmemiz için egemen sınıf gibi küçük bir azınlığın çıkarları ve onun beraberinde getirdiği bütün ideolojik-politik öncelikleri sorgulamamız ve yerine işçi sınıfının çıkarlarını her zaman her yerde öne çıkaran ve onun mücadelesini veren politikalara yönelmeliyiz. Bunlar "ılımlı" ve "modern" diye lügata geçen politikalar değil marksist politikalardır.

Sol ne yapmalı?

"Ama bütün bunlar geçmişte kaldı" ya da "burası Türkiye" diyerek ulusal ve uluslararası düzeydeki mücadele deneyimlerine "tarihi masal" muamelesi yapmak, hafıza kaybına ve egemen sınıfın "böl-yönet" politikalarına hizmet eder.

Yaşadığımız dönemi doğru tahlil ederek doğru stratejiler ve mücadele hedefleri oluşturabiliriz. Bunun için tarihsel deneyimler bizlere yardımcı olabilir. 1933 Almanyasında olduğu gibi Türkiye'de bugün faşist bir diktatörlüğün sınıfın başını ezerek iktidara geldiği bir durumda değiliz. Türkiye'de işçi sınıfı yenilerek atomize edilmiş durumda değil. Ancak laiklik, kemalizm, milliyetçilik ideolojileri sınıfımızın elini kolunu bağlıyor, mücadelelerin genelleşmesini engelliyor. Ekonomik Sosyal Konsey'de oturan Türk-İş Başkanı Bayram Meral, SEKA direnişinin enerji sektöründeki özelleştirmelere karşı topyekun bir mücadeleye dönüşmesi için hiçbir şey yapmıyor. Bu engelleri aşmanın yolu egemen sınıfın bize dayattığı ideolojik cendereyi kırmaktan geçiyor. Bugün Türkiye'de egemen sınıfın egemen fikirlerini her düzeyde sorgulayabilen, işçi sınıfının en genel çıkarlarına sahip çıkan, faşizme karşı birleşik cephe için, ücret ve sendikal haklar için mücadele eden marksist anlayışa ihtiyacımız var. Bu anlayışı geliştirebildiğimiz ve kitleselleştirebildiğimiz oranda 21. yüzyılın, 20. yüzyıldan farklı olarak çoğunluğun çıkarına bir yüzyıl olacağını söyleyebiliriz.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 5; Haziran 1999

'Dünyada Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön