Güncelleme:
08.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


KÜRESEL KAPİTALİZMİN ÇOKLU KRİZLERİ

Küresel direniş hareketinin sözcülerinden, sosyoloji profesörü Walden Bello'nun geçen ay yapılan ODTÜ Ekonomi Kongresi "Küresel Kriz ve Küreselleşme" oturumundaki sunuşunu özetleyerek yayımlıyoruz.

Küresel kapitalizm, 1930'larda yaşanan büyük buhran döneminden sonra en derin ekonomik krizle karşı karşıya.

Üretim sisteminin içinde bulunduğu kronik kriz, küresel kapitalizmin yeniden üretim sisteminin kriziyle örtüşmüş durumda. Aşırı üretim ve aşırı kapasite krizi, üretim sisteminin devamlılığını sağlayan ekolojik, ideolojik ve politik süreçlerin yeniden üretiminin kriziyle iç içe geçmiş durumda.

Aşırı Üretim Krizi

Bugünkü konjonktürün merkezinde, sıradan bir duraklama/resesyon dönemi olarak adlandırılamayacak ciddi bir aşırı üretim ve aşırı kapasite krizi var. Küresel üretim sisteminin ve pazarın orta bir hızla birbirine entegre oluşuna bağlı olarak ABD imalat sektörü, 1997 yılında büyümesini durdurmaya karar verdi. Bunu izleyen birkaç yıl içerisinde bütün önemli sanayi sektörleri aşırı kapasite sorunuyla karşı karşıya kaldı. Altyapısının yalnızca yüzde 25'lik oranının işler durumda olduğu telekomünikasyon sektörü en kötü durumda olanıydı. 2002 yılına gelindiğinde, The Economist'e göre, kapasite ve meta miktarı arasındaki fark, büyük buhran dönemindekiyle eşitlenmiştir.

İmalat sektörünün ve reel sektörün kârlı yatırım olanaklarının ortadan kalkmasıyla sermaye, spekülatif sektöre yöneldi. Öyle ki ABD Merkez Bankası'nın düşük faiz oranı politikaları uygulamasıyla ileri teknoloji stoklarında çok hızlı bir büyüme yaşandı. Teknoloji firmalarının gelecekte kârlılık sağlayacağı hayaline bağlı olarak, 'dot.com' olgusu son iki yıl içerisinde büyük rağbet gördü. Ancak finansal sektör kârlılığının imalat sektörü kârlılığından bağımsızmış gibi algılanması, büyümenin, kısa bir süre sonra eski duruma dönmesini engelleyemedi. Mart 2000'den itibaren kağıt üzerinde 7 trilyon doların kaybedilmesiyle derinleşen kriz, aşırı kapasite, aşırı üretim ve sınırlı kârlılığa dayalı küresel ekonominin realitesinin yanlış/kaba yorumlanışının göstergesiydi. "Borsa Keynesyenizmi" mekanizmasının iflasıyla, ABD ekonomisinin uzun süreli ve ciddi krizleri engelleme kapasitesi, ciddi sarsıntıya uğradı; öyle ki bir çok iktisatçı, ABD'nin içinde bulunduğu durumu "derin resesyon" dönemi olarak tanımlamaya başladı.

Meşruiyet Krizi

Aşırı üretimle iç içe geçen bir diğer kriz de, yeniden üretim alanında yaşanıyor. Sistemin kendisini yeniden üretmesini güçleştiren 4 süreçten söz etmek mümkün: İdeolojik meşruiyet krizi, çevresel kriz, liberal demokrasi krizi ve aşırı yayılmacılık krizi.

İdeolojik meşruiyet krizi; küresel kapitalizmin, üretim, değişim ve dağıtım süreçleri için gerekli ve işlerliği olan bir neo-liberal ideoloji olarak kendisini halka kabul ettiremeyişidir. Yapısal uyum politikalarının Afrika ve Latin Amerika'da felakete yol açması; Meksika, Asya, Brezilya ve Rusya'da finansal krize gösterilen zincirleme tepkilerin doğması, serbest piyasa ekonomisinin Arjantin'de iflas etmesi, yatırımcılara ait 7 trilyon doların (ki bu rakam ABD'nin yıllık milli gelirine eşittir) dolandırılması, kapitalizmin inandırıcılığını ortadan kaldırmıştır. Küresel ekonomik sistemin yönetiminde olan kurumlardan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü de meşruiyet krizinden büyük ölçüde etkilenmiştir.

Meşruiyet krizinin en önemli göstergesi mevcut düzenin kendi ideologlarını kaybetmesidir. 90'lı yılların başında Doğu Avrupa'nın yeniden yapılandırılması için "şok tedavi" öneren, kapitalist sistemin parlak dehalarından biri olan Jeffrey Sachs, bugün gelişmekte olan ülkelere, borçlarını ödememelerini söylüyor. Dünya Bankası eski baş ekonomisti Jazeph Stiglitz, IMF politikalarını en ağır şekilde eleştiren isimlerden biri durumunda. Jogdish Bhagwati, 90'lardan beri süregelen küresel ekonomik krizlere yol açan bir kar hırsını "Wall Street-Hazine kompleksi” terimiyle tanımlıyor. Kapitalizmin eski dehası George Soros, "piyasa fundamentalizmi-köktenciliğinin" en önemli düşmanlarından biri...

Çevresel Kriz

Bilimsel olarak içinde bulunduğumuz küresel krizi besleyen özellikle meşruiyet krizini derinleştiren üçüncü gelişme, global çevresel krizin artmasıdır. Çevre konusunda kontrolün kaybedildiği gerçeği, Dünya Sürdürülebilir Kalkınma görüşmeleri sırasında kesinlik kazandı. ABD'nin, iklim değişimini engellemek için öne sürülen Kiyoto Protolokü'nden imzasını geri çekmesi, çevre sorununun çözülebilmesini engelleyen en önemli sorunlardan biri durumunda. Washinton'a duyulan öfkenin arkasında yatan asıl kaygı, küresel kapitalizmin doğal dinamiklerinin krizlere yol açtığı gerçeğidir. Birkaç sene öncesine kadar, ekolojik bozulmanın sınırlı alanda aşırı üretim gerçekleştirme hırsına bağlı olduğunu savunan ekoloji iktisatçısı Herman Daly'nin fikri egemendi. Bu yaklaşıma göre, çevresel dengenin sağlanabilmesi açısından büyümenin yavaşlatılması, tüketim oranının düşürülmesi ve bu politikaların başarıya ulaşabilmesinin ön koşulu olarak kamu desteğinin sağlanması gerekiyor. Ancak son birkaç yıl içerisinde ekolojik bozulmanın daha radikal bir eleştirisi yaygınlık kazanıyor. Bu yaklaşıma göre, kapitalist üretim tarzlarının kontrol edilemeyişi sonucu doğal zenginlik metalaşıyor; sürekli olarak talep oranları şişiriliyor. Kapitalizmin bir çok hareket yasası vardır. Ancak toplum ve ekolojiyi en çok tahrip eden yasalardan biri, Say tarafından tanımlanmıştır: Her arz, kendi talebini yaratır. Kapitalizm; canlı doğayı ölü metalara, doğal zenginliği ölü sermayeye dönüştüren ve sürekli olarak talep yaratan bir makinedir.

Mevcut ekonomik düzenin devamlılığının, dünyanın dengesinin bozuluşuna bağlı olduğu gerçeği kadar hiçbir şey, sistemin akıl dışılığını bu kadar çarpıcı bir şekilde gözler önüne seremez. Ancak bu gerçek, Bush'dan Mahathir'e, Çin teknokratlarına kadar bir çok elit tarafından reddediliyor. Aynı elit tabaka, çevresel bozulmanın yalnızca Kuzey Avrupa orta sınıfının sorunu olduğunu söyleyerek dünya halklarının zekasına hakaret ediyor.

Liberal Demokrasinin Krizi

Yukarıda sözünü ettiğimiz üç krizle iç içe geçen diğer kriz, kapitalist ekonomi rejimlerinin tipik yönetim tarzı olarak adlandırılabilecek olan liberal demokrasi alanında yaşanıyor. Kuzey ve Güney ülkelerinde liberal demokrasi kapitalizmin dengeli yeniden üretimini sağlayan ideoloji olarak rol oynadığından, liberal demokrasinin, meşru ve dengeli olma zorunluluğu göz ardı edilemez. Filipinler ve Pakistan benzeri ülkelerde, para politikalarıyla iç içe geçen elit demokrasilere duyulan tepki, halk ve orta sınıflar arasında hızla artabiliyor. Afrika'dan Latin Amerika ülkelerine kadar bir çok alanda, ünlü siyaset bilimci Samuel P. Hungtington tarafından "demokratikleşmenin üçüncü aşaması" olarak adlandırılan Washington tipi demokrasi iflas etmiştir. Ancak meşruiyet krizi yalnızca Güney ülkeleriyle sınırlı değil... ABD’de iki politik parti arasında uzun süredir devam eden işbirliğinden dolayı ülkenin yönetim düzeninin demokrasi değil plutokrasi oyduğuna dair yaygın bir kanı mevcut. Avrupa'da siyasi parti finansmanı üzerinde örgütlü bir kontrol mekanizması oluşturulması gerektiği söyleniyor. Ancak bu alandaki temel kaygı, iktidarın, seçilmiş parlamento üyelerinin elinden halk tarafından denetlenemeyen farklı kurumlara (AB Komisyonu gibi) kaydığı yönünde yoğunlaşıyor. Fransa ve Hollanda'da, Le Pen ve Piu Fortuyn'un seçimlerde kazandığı başarı oranı, teknokratik demokrasiye karşı yabancılaşmanın önemli bir göstergesidir.

Aşırı Yayılmacılık

Beşinci kriz hemen fark edilemeyebilir olmasına rağmen önemli bir etkiye sahip. ABD ordusu son dönemde Afganistan, Filipinler, Orta ve Güney Asya'ya ciddi bir tehdit teşkil ediyor. Ancak ABD'nin bu ülkelerde kesin bir sonuç elde ettiği söylenemez; özellikle Afganistan örneğinde ABD, istediği gibi destekleyicisi olan bir iktidarı garantileyemedi. Tam tersine ülkenin her tarafında anarşi hakim hale geldi.

Irak işgali konusunda ABD yönetici sınıfı içerisinde yapılan tartışma aslında aşırı yayılmacılık sorunuyla ilgili. Pentagon'daki kilit sektörlerin kaygısı; olası bir Irak işgalinin, askeri belirsizlikler ve siyasi sonuçlara bağlı olarak, körfez savaşı senaryosunun ötesinde Somali'deki duruma benzer bir soruna yol açabileceği yönünde.

Ancak, ABD politikalarının (İsrail politikası da göz önüne alındığında) müslüman dünyasında yol açtığı durum göz önüne alındığında ABD'nin Ortadoğu, Güney Asya ve Güneydoğu Asya'daki stratejik konumunun olumsuz yönde etkilendiği söylenebilir. ABD, doğudaki yayılmacılığını teröre karşı mücadele diye tanımlayarak kendisini meşru kılmaya çalışsa da öbür taraftan arka bahçesi olarak tanımlanan Latin Amerika ülkeleri neo-liberal politikalara karşı düzenlenen siyasi ayaklanmalarla çalkalanıyor.

Bütün bu gelişmeler ışığında, ekonomnomik yaşamı örgütleme tarzı olarak küresel kapitalizmin meşruluğunu güçlendirmesi 11 Eylül'den sonra daha zor. Bu demek değil ki üretim, ticaret, dağıtım yapıları yakın bir zamanda alt-üst olabilir. Ancak tarih öyle gösteriyor ki meşruiyet bir kere kaybedildiğinde -farklı bir söylemle, mevcut düzen, dünya halklarını kendi gerekliliğine inandırabilme yeteneğini kaybettiğinde- mevcut toplumsal yapıların çözülmesi yalnızca zaman meselesidir.

Küreselleşme Karşıtı Hareketin Yükselmesi

Farklı alanlardan doğan krizler birbirine eklemlenerek süreklileşirken diğer taraftan sermayenin küreselleşmesine karşı olan bir hareket de büyüyor. 90'larda neo-liberalizme karşı direniş kuzey ve güney ülkelerinde yaygınlık kazandı. Ancak yalnızca birkaç yerde muhalif kitle, ulusal çapta örgütlenerek neo-liberal politikaları durdurabildi. Muhalefet çoğu zaman ulusal alanda yaygınlaşamasa da, belirli kritik dönemlerde farklı alanlardan bir noktaya akarak globalleşebilirdi. Aralık 1999'da Seattle'da olan da buydu: Çeşitli gruplar bir araya gelerek DTÖ'nün toplantısını engellemekte önemli rol oynadılar. 2000 yılında Washington'dan Chiang Mai'ye, Prag'a kadar sıçrayan küreselleşme karşıtı hareket, mevcut kurumların rahatını ciddi şekilde bozdu. Haziran 2001'de, 12.000 kişinin katılımıyla Porto Alegre'de gerçekleşen Dünya Sosyal Forumu, küresel kapitalizme karşı yöneltilen ciddi eleştirilerin dillendirildiği önemli bir alandı.

Bugün, neo-liberalizm karşıtı kitlelerin ulusal düzeyde ciddi değişime yol açabilecek güce ulaşabileceği ikinci bir direniş hattına tanıklık edebiliriz. Latin Amerika örneği açısından, neo-liberal ekonomik politikaları destekleyen partilerin bu alanda seçimlerde başarı sağlaması tamamen olanaksız. Bunun da ötesinde Venezuella, Brezilya ve Bolivya'da ilerici hareketler iktidara yürüyor.

Porto Alegre ve Küresel Toplumun İnşası

Son dönemde yaşanan zincirleme olaylarla, sermayenin kürselleşmesinden çıkarları olanlar ve dünya halkları arsındaki fark, Porto Alegre süreciyle daha da belirginlik kazandı.

2001-2002 yıllarında Dünya Sosyal Forumu toplantılarına ev sahipliği yapan orta büyüklükte bir Brezilya şehri olan Porto Alegre, yeni oluşan küresel toplum açısından önemli bir buluşma noktası durumuna geldi. "Başka bir dünya mümkün" sloganı çevresinde örgütlenen 2. Dünya Sosyal Forumu toplantısına 50 bin kişi katıldı. Öyle ki bu sayı bir önceki katılımdan 5 kat daha fazlaydı. Toplantıya Hindistan'dan, Taylandlı çiftçilerden, ABD'li sendikacılardan ve diğer Güney Amerika ülkelerinden büyük oranda katılım oldu. Sembolik terimlerle konuşacak olursak; Seattle sermayenin küreselleşmesine karşı örgütlenen ilk büyük uluslararası eylemin ev sahibiyken, Porto Alegre hareketin çekim merkezinin güneye kayışını temsil ediyor.

Artık her sene gerçekleşen Porto Alegre toplantıları, gerçek küresel toplum açısından üç önemli görevi üstleniyor.

Porto Alegre, farklı hareketlerin hem mekansal hem zamansal olarak buluşabileceği, birbirlerini tanıyabilecekleri kısacası kendilerini hissedebilecekleri bir alandır.

Porto Alegre, farklı hareketlerin güçlerini/enerjilerini toparlayabildiği; küresel kapitalizmin kurumlarına, yapılarına karşı direnç oluşturabilmek için hareket yönlerini tayin edebildikleri geri çekilme alanıdır. No Logo yazarı Naami Klein Porto Alegre'deki toplantılara katılan bir dinleyiciye bu durumu şu kelimelerle ifade ediyordu: "Daha az sivil toplum, daha fazla sivil itaatsizlik."

Porto Alegre, çıkarları ortak olan halklar adına inşa edilecek olan yeni dünya düzeni için önerilen farklı yaklaşım, değer ve kurumların tartışılabileceği bir alandır.

Porto Alegre, tabii ki, güvenilirliğini kaybetmiş olan mevcut düzene karşı alternatiflerin üretildiği yeni bir sürecin parçasıydı. Porto Alegre, dünyanın farklı yerlerinde, mevcut düzene karşı mücadele eden, zaman zaman "reformist", "bıkkın", ya da "gerçekçi" diye tanımlanan küçüklü büyüklü bir çok hareketin eşit koşullarla tartışabildiği ve yan yana durduğu bir alandır. Çünkü başka bir dünya "mümkün" ve "gerekli."

Porto Alegre tartışmalarında her grubun ortaklaştığı iki yaklaşım var: İlk olarak , ulusal ve yerel ölçekte, bütün farklı yaklaşımlar güvenlik, eşitlik ve toplumsal dayanışma değerlerini, mevcut piyasa değerlerine tercih eder. Bu görüş, ünlü sosyal demokrat Karl Poyanti tarafından şöyle tarif ediliyor: Toplum ekonomiye değil, ekonomi topluma tabi olmalıdır.

Hareket içerisinde bu yaklaşıma yöneltilen eleştirilerin aksine, ekonominin topluma tabii oluşu, toplumun eski zamanlara ve geleneksel değerlere dönüşünü değil, aksine özgürleşmiş, bilinçli ve refleksif bir toplumun oluşumunu temsil eder.

İkinci olarak küresel düzen; IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kurumlar tarafından dayatılan merkezi yönetim, tek tip ekonomik büyüme modeli anlayışlarının aksine çoğulcu küresel ekonomik yönetim yaklaşımıyla, yani yönetimin desantralizasyonuyla inşa edilmelidir. Ancak bu yöntemle farklı uluslar ve toplumlar, kendi değerleri, ritimleri ve tercihleri üzerinden girişimlerini sağlayabilecektir.

Küresel toplum; Adam Smith ve Margaret Teacher gibi düşünürlerin savladığı üzere piyasa etrafında hareket eden asosyal atomlar bileşimi değildir. Küresel toplum, ortak değerleri ve çıkarları olan farklı toplumların bileşimidir. Ancak bu değerlerin ve çıkarların oluşumu farklı tarihlerde ve kültürlerde kök bulur. Ünlü İngiliz filozof John Gray'in belirttiği gibi küresel kurumların öncelikli görevi, farklı yerel ve ulusal kültürlerin değerlerini muhafaza ederek kendilerini ifade edebilmelerini sağlamak olmalıdır.

Cancun Mücadelesi

Bununla beraber, hareket, kendisini mevcut bir düzene alternatif üretme uğraşıyla sınırlandırmamalıdır. Kapitalist düzeni devirmek için politik olarak daha aktif bir düzeye sıçramayı hedeflemeli ve bu mücadeleye bugün, buradan ve daha bir çok cepheden katılmalıdır. Daha özel olarak, Eylül 2002'de DTÖ'nün, Meksika'nın Cancun kentinde gerçekleştirmeyi planladığı 5'inci büyük toplantıları, hareketin eylem odağı haline gelmelidir.

Uluslararası Ekonomi Enstitüsü Başkanı C. Fred Bergsten, serbest ticaret ve DTÖ'yü bisikletin iki tekerleği olarak tanımlarken şöyle der: "Eğer iki yapı aynı anda ilerlemeyi başaramazsa, mevcut mekanizma çöker." Seattle'da gerçekleşen üçüncü Dünya Ticaret Örgütü toplantısının ertelenmesi, bu nedenle serbest ticaret açısından ölümcül bir tehlikeyi ifade ediyordu. Ve aynı nedenle Davos'ta düzenlenen 4'üncü DTÖ toplantısı sırasında göstericiler üzerine yoğun baskı uygulandı.

Seattle'dan Cancun'a kadar genişleyen mücadele süreci henüz kesinliğe ulaşmadı. Seattle'da açıkça biz kazandık. Ancak Davos'ta onlar daha baskındı. Cancun toplantıları, güç dengelerinin kesinleşeceği yer olma açısından önem taşıyor. Cancun'da gerçekleşecek olan 5'inci DTÖ toplantıları, Davos'ta tanımlanmış olan bazı politikaların da (ticaret yatırımları, rekabet politikaları, hükümet destekleri vs.) görüşülebilmesi ve çıkan kararların yaygınlaştırılabilmesi açısından küreselleşen sermayedarlar için kritik...

Sermayenin küreselleşmesine karşı çıkan hareket açısından Cancun toplantılarının engellenebilmesi, yalnızca DTÖ ve serbest ticaret politikalarının kısa bir süre için sekteye uğratılması anlamına gelmez. Bunun da ötesinde, iki mekanizmanın (DTÖ ve serbest ticaret) güçlerini yitirmeye başlayacakları bir dönüm noktasını ifade edecektir. The Economist Dergisi "küreselleşme yenilgiye uğrayabilir" derken, işbirlikçi okurlarını işte bu noktada uyarmaya çalışıyordu.

Karar verme mekanizması, üye ülkelerin oybirliği ilkesine bağlı olan DTÖ, küresel kapitalist düzenin zayıf halkası durumuna hızla dönüşebilir; tıpkı İkinci Dünya Savaşı sırasında Stalingrad'ın Almanlar açısından zayıf halka olarak nitelendirilmesi gibi...

Sağ ile Mücadele

Ancak, Cancun toplantılarını engellemeyi başarsak da, mücadelemizde üstün gelebilmek için farklı cephelerde savaşmaya devam etmeliyiz. Neo-liberal politikaların yol açtığı krize gösterilen tepki, aynı zamanda sağ cephede de güç kazanıyor. Fransız faşist lider Le Pen'in kullandığı "toplumsal alanda solcuyum, ekonomik alanda sağcıyım ve politik olarak Fransa için mücadele veriyorum" sloganının yarattığı etkiyi ve Hollanda'da popülist sağcı Pim Fortuyn'un son seçimlerde kazandığı başarıyı hatırlayalım.

20'inci yüzyılın başlarında Rosa Lüksemburg dünya halklarını, gelecekte dünyaya hakim olabilecek "barbarlık" tehlikesine karşı uyarıyordu. 30'larda ve 40'ların başında, burjuvazi ve gerici güçlerin birleşmesiyle "faşizm" olarak karşımıza çıkan barbarlık, zafer kazanmıştı.

Bugünse küreselleşmenin yol açtığı istikrarsızlık, öfke ve kriz süreci, fanatik, faşist ve otoriter yapıların gittikçe güçlenebildiği bir zemin sağlıyor. Küreselleşme, dünya halklarına vaat ettiği sözlerini gerçekleştirmeyi becerememesinin ötesinde, bir çoğunun umutsuzluğa kapılmasına yol açtı. Sermayenin küreselleşmesine karşı çıkan güçler, sırf bu nedenle kitleleri başka bir dünyanın mümkün olduğu fikri etrafında kazanmalıdır. Yoksa mevcut boşluk, 30'larda olduğu gibi teröristler, dindar ve laik sağ demagoglar, akıldışıcılık ve nihilizm taraftarlarınca doldurulacaktır. Ve bu durumda 30'larda olduğu gibi mevcut küresel yapı iktidar alanını yeniden gerici güçlerin eline bırakabilir.

Sonuç olarak, on sene öncesine kadar sosyalist Doğu Bloku ülkelerinin iflasını kutlayan küresel kapitalizm, bugün ciddi oranda güven kaybıyla karşı karşıya. Ve "felaket çağı" olarak tanımladıkları 20'li, 30'lu yıllara geri dönüyor. Ancak bu durum, ne mevcut düzenin yeniden toparlanamayacağı, ne de bizim cephenin kesin zafer kazanacağı anlamına geliyor... Strateji, taktik, politika ve tabii ki şans sonucu belirleyecektir.

Antikapitalist; Sayı 19; Ekim 2002

'Dünyada Durum' sayfasına dön
sayfa başına dön