Güncelleme:
09.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Türkiye’de Devrim Mümkün Mü?

Küçük bir azınlığın büyük bir çoğunluğun sırtından yaşadığı bu dünyada sömürü ortadan kaldırılabilir mi? Önceliği kar değil; insan ihtiyaçları olan bir sistem kurulabilir mi? Kaynakların bombaya, tanka tüfeğe değil; eğitime, sağlığa ayrıldığı bir dünya yaratılabilir mi? Kadınların, Kürtlerin, Alevilerin, eşcinsellerin, çingenelerin, göçmenlerin, kısacası bugün ezilen her kesime gerçek bir eşitlik ve özgürlük sağlayacak bir demokrasi kurulabilir mi? İşçi sınıfı kendi konseyleri aracılığıyla fabrikalara, ofislere, makinalara, bilgisayarlara, binalara, yani üretim araçlarına el koyup üretimi, bölüşümü belirleyebilir mi? Kısacası devrim ve sosyalizm mümkün mü?

Bu sorulara olumlu cevap verenler şu anda toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturuyor. İşçi sınıfının ezici çoğunluğu için bu düzenin değişmesi, sömürünün ortadan kalkması, işçi sınıfının kendisini devlet olarak örgütleyerek toplumu yönetmesi, yani sosyalizm “hoş bir hayal” olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Toplumun çoğunluğu sosyalist bir devrimi mümkün görmüyor.

Oysa bu toplumu tepeden tırnağa değiştirmek, yeni bir dünya yaratmak sadece mümkün değil, ama aynı zamanda zorunlu. Aksi takdirde insanlığı bekleyen büyük bir barbarlık.

Sertuğ Çiçek devrim ve sosyalizmin mümkün olmadığını savunanların sık sık öne sürdükleri bazı noktaları ve bunlara karşı yanıtları yazıyor.

`Sosyalizm denendi ve öldü. Hala ne için uğraşıyorsunuz?`

1871’de Paris’te kurulan ve ancak 70 gün yaşadıktan sonra kanla bastırılan Komünü saymazsak ilk işçi devleti Rusya’da kuruldu. Rus işçileri Ekim 1917’de eski devleti tanımadığını ve ülkeyi bizzat kendisinin, işçi konseyleri aracılığıyla yöneteceğini ilan etti. Emperyalist ülkeler işçi devletini tanımayarak eski sistemi geri getirmek isteyenleri sonuna kadar desteklediler. Rus işçileri kendi devletini korumak için savaşırken ağır kayıplar verdi. Yıllarca süren iç savaş bittiğinde Rus işçi sınıfı için tek kurtuluş Avrupa’daki sınıf kardeşlerinin onlara yardım etmesiydi. Ancak Avrupa işçi sınıfının devrim kalkışmaları yenilgiyle sonuçlandı. Devrim sürecinde değişen ve güven kazanan işçilerin büyük kısmı iç savaş sırasında öldü. Sınıfın önde gelenlerinden sağ kalanlar ise devlet yönetiminde görev almak zorunda kaldılar. İşçi konseyleri işlevsizleşti ve yöneten organlar olmaktan çıkmaya başladı. Bolşevik parti kendisini işçi konseyleri yerine ikame etmeye başladı. Çarlık döneminden kalan bürokratlar ve yönetici olarak uzmanlaşmaya başlayan işçileri denetleyen bir işçi sınıfı kalmamıştı. İşçilerin kullanabilecekleri en önemli organ olan fabrika işçi komitelerinin yetkileri 1928-29’da tamamen ortadan kaldırıldığında artık Rusya’da bir işçi devletinden söz etmek olanaksızdı.

Kısacası Rusya’da işçilerin kazandığı zafer kısa bir süre sonra yenilgiye uğradı. 1928-29’dan sonra yaşananlar bu nedenle sosyalizm değil, bürokratik devlet kapitalizmidir. Çin, Küba ve Doğu Avrupa ülkelerinde ise zaten hiç bir zaman işçi devrimi yaşanmadı.

Dolayısıyla1989-90’da çöken sosyalizm değildi. Rus işçi sınıfının zaferi ve yenilgisi bugün yolumuzu aydınlatmakta, işçi iktidarının mümkün olduğunu göstermektedir.

İşçi sınıfı artık eskisi gibi değil. Arabaları, evleri, “kaybedecek şeyleri” var. İşçiler neden devrim yapsın ki?

“İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri yok” derken Marks’ın kastettiği şey üretim araçlarıydı. Yani üretim yapmak için gerekli olan araç ve gereçler, makinalar, binalar vb. Bu açıdan değişen birşey yok. Aksine her geçen gün daha fazla bir zenginlik yaratmasına karşın işçi sınıfının bu zenginlikten aldığı pay bugün daha az. İşçilerin hemen hepsi çalışmadıkları zaman birkaç ay içinde açlıkla karşı karşıya geliyor. Yaşamlarını sürdürebilmek için satabilecekleri temel şey -dün olduğu gibi bugün de- emek gücü.

Marks’ın “işçi daha çok ürettikçe daha da yoksullaşacak, daha önemsizleşecek” öngörüsü geçerliliğini korumaktadır.

`Kapitalizm çok değişti. Eskisi gibi büyük ayaklanmalar olmasına izin vermeyecek kadar esnek.`

Kapitalizmin özü kar için rekabet, rekabet için birikim, birikim için sömürüdür. Kapitalizmin doğuşundan bu yana bu özde bir değişme olmadı. Sistemi tıkayan da işçileri mücadele etmek zorunda bırakan da yine sistemin kendisidir: Patronlar ayakta kalmak için işçileri daha çok sömürmek zorundadırlar. Bu ise işçileri mücadele etmek zorunda bırakır.

Ekonomideki bu tıkanıklıkları aşmanın ise bilinen yalnızca bir yolu var: İşçileri daha çok sömürmek. Bunun dışında bir yol ise bulunamadı. Burjuva iktisatçılar ve onların genel kabul gören teorileri ne Asya Kaplanları’nın çöküşünü öngörebildi, ne de bu çöküşü engelleyebildi.

Kapitalist dünyanın istikrarsızlığı her geçen gün artıyor. 1970’lerin başından bu yana yaşanan krizler bir öncekinden daha derin oluyor. Sermayenin tekelleşmesi ve büyümesi eğilimi nedeniyle ayakta kalmayı başarabilen sermaye grupları daha önce hayal edilmesi zor olan büyüklüklere ulaştılar. Buna paralel olarak ekonomik krizlerin boyutları da büyüyor ve aynı anda birden fazla ülkede çok keskin olarak yaşanmasına neden olabiliyor.

Dolayısıyla kapitalizm aslında tarihi boyunca olmadığı kadar ciddi bir tehlikeyle birlikte yaşıyor. Bugün ortaya çıkacak bir çöküş 1929 Büyük Bunalımı’nı mumla aratacaktır.

Kapitalizmin genişlemesi ve dünyanın her köşesine nüfuz etmesi onun mezar kazıcısını da güçlendiriyor. İşçi sınıfı tarihte görülmemiş bir büyüklüğe ulaşmış bir durumda ve her harekete geçtiğinde gücünü hızla hissettiriyor.

Sadece 1990’larda bile sayısız işçi hareketine tanık olduk. Bunların en önemlileri Endonezya, Zimbabve, Arnavutluk, Fransa ve Yunanistan’da görüldü. Bu ülkelerde yaşananlar, işçi sınıfının hızla kitlesel boyutta mücadelelere girebileceğini bir kez daha gösterdi.

Türkiye’de de beyaz yakalı kamu çalışanlarının mücadelesi, “memurlar kaypak küçük burjuvadır, bir şey yapmazlar” yaklaşımını çöpe gönderdi.

Kazanmak Mümkün Mü?

“Egemen sınıf çok güçlü. Ordusu, polisi, medyası, çeteleriyle baş etmek mümkün değil.”

Sosyalist devrim, egemen sınıfın topyekün yenilgisi, işçi sınıfının konseyleri aracılığıyla iktidara gelmesidir. Bunun başarılabilmesi için işçi sınıfının çoğunluğunun bu yönde davranması gerekir. Aksi takdirde işçi sınıfının iktidarından sözetmek mümkün olamaz. Dolayısıyla temel sorun işçi sınıfının çoğunluğunun devrim ve sosyalizm fikrine sahip olmasıdır. Yani ideolojik mücadele kazanılmaksızın işçi devrimi gerçekleşemez.

Elbetteki ideolojik zafer yeterli değildir. Ancak milyonlarca işçinin “biz eski sistemi istemiyoruz, kendi devletimizi kuruyoruz” dediği bir ortamda polis de çeteler de olsa olsa kaçacak delik arayacaktır. Ordu ise zaten bizlerin kardeşleri, çocukları, babaları ve sevgililerinden oluşuyor. Milyonların düzenden hızla koptuğu bir anda ordu da dağılmak zorunda kalacaktır. Zaten ordu dağılmaksızın bir devrim gerçekleşemez. Dünya tarihindeki her devrimci durumda ordular ya dağılmış ya da dağılma noktasına gelmiştir.

Medyaya gelince. Genel olarak işçi sınıfı da tek tek işçiler de aynı anda birbiriyle çelişen fikirlere sahiptirler. Çoğu medyanın yalan söylediğini düşünür, ama aynı zamanda o gün televizyonlarda çıkan habere de inanır. Bu çelişkili bilinç, büyük eylemlilikler sırasında hızla değişebilir. Kendi işyerinde grev ya da işgalin devamı konusunda, üretim konusunda karar veren, işyerleri temsilcilerinin biraraya geldiği konseylerden doğrudan bilgiler alan işçiler için medyanın etkisi neredeyse sıfıra inecektir. Kaldı ki televizyon, gazete ve radyolar bizler olmaksızın çalışamaz. Medya işçilerinin de kendi işyerlerinde kontrolü ele geçirmesi ve bu olanağı devrim için kullanması mümkündür.

Türkiye farklı mı?

`Her yerde olur ama Türkiye’de olmaz. Bizim halkımız çok cahil ve korkak. Yönetilmeye alışmış.`

Bu itiraz sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen her yerinde aynen kullanılıyor. Yıllarca Suharto’nun diktası altında yaşayan Endonezyalılar da çok değil daha bir kaç ay öncesine kadar böyle düşünüyordu. Toplumsal altüst oluşların nerede ve ne zaman ortaya çıkacağını önceden kestirmek mümkün değildir. Nitekim Lenin dahil hiçbir Bolşevik 1917 Şubat Devrimi’ni önceden tahmin edememişti. Çarlığı deviren Şubat Devrimi Bolşevikler dahil hiçbir örgüt ya da grubun çağrısı üzerine değil; işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin bir anda büyümesiyle gerçekleşmiştir. Üstelik bu devrimi gerçekleştiren Rus işçilerinin hem eğitim düzeyi de bugün Türkiye’de yaşayan işçilerin eğitim düzeyinin çok altındaydı.

Patronların, yönetenlerin çıkarlarına uygun olarak düzenlenmiş bu sistem ve onu korumak için beslenen silahlı güçler, işkencehaneler, hapishaneler, mahkemeler vb elbette tek tek hepimizi korkutmaktadır. Ancak sayımız çok olunca, omuz omuza olunca bu korkumuzu yenebiliyoruz. Zaten işçi sınıfının gücü de birlikte davranmaya bağlıdır; aksi takdirde nihai zafer olanaksızdır.

İşçiler şu anki durumlarıyla elbette yönetemezler. Ancak her büyük işçi mücadelesi sırasında işçiler hızla değişiyorlar. Devrimci bir durumda ise, milyonlarca insanın grevde olduğu, işyerlerine el koyduğu ve fiilen yönetmeye başladığı koşullarda işçiler hızla değişiyor ve yönetilen değil yöneten olmaya başlıyorlar. Zaten böylesi bir süreç yaşanmaksızın sosyalist devrim gerçekleşemez. Devrimin bir ayağı siyasi iktidara el koymak, diğer ayağı ise çoğunluğun bu eylemi sırasında kendisini değiştirmesidir. Yani sosyalist devrim bir yanıyla politik bir devrim, öbür yanıyla da sosyal bir devrimdir. İşçilerin çoğunluğunun yönetilen olmaktan çıkıp, yöneten olmaya başladığı devrimci durum olmaksızın sosyalist devrimden bahsedemeyiz.

`Biz çok uğraştık, bir şey olmadı. Boşa zaman harcıyorsunuz.`

Böyle düşünen eski devrimcilerin en önemli hatası devrimi kendilerinin yapacağını düşünmeleriydi. Devrimi bir grup “akıllı”, “gerilla”, “kahraman” ya da “bilinçli işçi” yapamaz. Devrim ancak işçi sınıfının çoğunluğu tarafından gerçekleştiriliyorsa sosyalizmden bahsedebiliriz. Marksizmin temelinde “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” belirlemesi vardır. İşçi sınıfının yığınsal hareketleri ise önceden kestirilemez ve yaratılamaz. Zaten işçi sınıfı sosyalistler olsa da olmasa da mücadele eder. Hatta bu mücadelesi zaman zaman toplumsal altüst oluşlara kadar varır. İşçi sınıfı ancak böyle durumlarda eski sistemle bağlarını kopartıp kendi devletini kurmaya açık hale gelir. O zamana kadar işçi sınıfı içinde bir azınlık olarak her mücadeleye katılmış, işçilerin bir kısmının bile olsa güvenini kazanmış ve sosyalizm propogandası yapan işçilerden oluşan bir parti yoksa bu enerji boşa gidecektir.

Sosyalizm mücadelesi yarının değil bugünün mücadelesidir. Harcanan emek, daha insanca, daha özgür, daha rahat, sömürüsüz bir dünya içindir. Bu emeğin boşa gitmesini istemiyorsak işçi sınıfına güvenmeli ve gücümüzü işçi sınıfının her mücadelesinin başarıya ulaşması için kullanmalıyız. Gelecekteki büyük kavgayı kazanmak için şimdiden küçük kavgalarda gücümüzü artırmalıyız.

İşçiler devrim yapabilir mi?

`Türkiye’de “işçi”lerin sayısı devrim yapmak için yeterli değil.`

İşçi sınıfı Rusya’da iktidara geldiğinde 150 milyon nüfusun sadece 3,5 milyonunu oluşturuyordu. Buna karşın sosyalist bir devrimi gerçekleştirebildi. Kaldıki bugün Türkiye’de işçi sınıfı sayısal olarak diğer bütün toplumsal gruplardan daha büyüktür.

Resmi rakamlara göre Türkiye’de 12 yaşın üzerindeki yaklaşık 23 milyon kişinin 9 milyon kadarı işçidir. 6,5 milyon kadar işsizi de eklersek nüfusun yaklaşık yüzde 70’i işçi sınıfının üyesidir. Bu oran büyük illerde çok daha yükselmektedir. Örneğin İstanbul için yapılan bir çalışmaya göre işsizler nüfusun yüzde 8.7’sini, emekliler 19.3’ünü, beyaz ve mavi yakalı işçiler yüzde 44.4, doktor, mühendis, avukat gibi mesleklerde çalışanlardan oluşan yeni orta sınıf yüzde 4.6, esas olarak esnaf ve küçük işverenlerden oluşan küçük burjuvazi yüzde 19.2 ve orta-büyük işverenler yüzde 3.8. oranındadır. İşçiler içinde en büyük oranı da yüzde 21.7 ile mavi yakalı işçiler oluşturmaktadır.

Bir başka gösterge de sosyal güvenlik kuruluşlarıdır. Halen çalışan ve SSK’ya bağlı olanların sayısı 4,5, SSK’dan aylık alanların sayısı 2,5 milyondur. Bu kişilere bağımlı olanların sayısı ise 18,5 milyondur. Ayrıca esas olarak kamu kesimi beyaz yakalı işçilerinin bağlı olduğu Emekli Sandığı kapsamı içine toplam 11 milyon kişi girmektedir. Çok düşük sayıdaki üst düzey yöneticiyi ihmal edersek Türkiye’deki yaklaşık 40 milyon kişinin işçi ailelerinin bir üyesi olduğu anlaşılmaktdır.

`Türkiye’de feodalizm var. Köylü nüfus çok önemli.`

Türkiye’de kapitalist üretim ilişkileri hakimdir. Toplam üretimin ancak yüzde 14 kadarı tarımsal ürünlerden oluşmaktadır ve bu üretim de esas olarak kapitalist piyasa için yapılmaktadır. Çalışanların yüzde 55’inden fazlası tarımla hiç ilişkisi olmayan sanayi ve hizmet sektöründedir.

Türkiye’de kırsal kesimde yaşayanlar nüfusun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturmaktadır. Anadolu köylerinde yapılan çalışmalara göre, bu nüfusun yüzde 10.7’si hiç toprağı ya da başka bir aracı olmayan tarım işçisi, 21.5’i yoksul köylü (traktörü olmayan ve başkaları için ücret karşılığı çalışan), yüzde 24.5’i küçük köylülerden, yüzde 8.4’ü rantiyerler, yüzde 16.1’i orta köylülerden ve geri kalan 18.8’i de zengin çiftçi ve köylüler ile kapitalist çiftçilerden oluşmaktadır.

Özellikle yoksul ve küçük köylüler her geçen gün yoksullaşmakta, kırda oluşan işgücü fazlası kentlere akmaktadır. Bu ise köylülüğün değil, tersine işçi sınıfının gücünü artırmaktadır.

Herşeyden önemlisi toplumsal bir sınıf olarak köylülük yeni ve sömürüsüz bir dünya yaratamaz. Tarih göstermiştir ki büyük toprak sahiplerine karşı başkaldırsalar da köylüler sonuçta elde ettikleri toprağı aralarında bölüşmek istemektedirler. Onlar için normal olan budur. Oysa işçi sınıfı patronu devirip fabrika ve işyerlerine el koyduğu zaman buraları arasında paylaşamaz. İşçilerin tek çaresi el koydukları bu şeyleri ortaklaşa (kollektif olarak) yönetmektir. Zaten sosyalizmin mümkün olmasını sağlayan işçi sınıfının bu zorunluluğudur; yoksa işçilerin köylülere göre daha akıllı ya da gelişmiş olmaları değil!

Ya küçük burjuvazi?

Esnaf ve küçük işletme sahiplerinin sayısı gerçekten de az değildir. Ancak bu rakam işçi sınıfıyla karşılaştırıldığında oldukça küçüktür. Örneğin Bağ-Kur’a kayıtlı olanların sayısı 2 milyon kadardır. Toplam 13 milyon kişi Bağ-Kur’a bağımlı ailelerde yaşıyor. Resmi rakamlara göre kendi hesabına çalışanların toplam çalışanlar içindeki oranı yüzde 28 kadardır. Bu sayıya serbest çalışan avukat, doktor gibi yeni orta sınıf da dahildir.

Bu kesim kapitalizmin kör ve azgın rekabeti karşısında her geçen gün daha da yoksullaşmakta ve sisteme yönelik öfkelerini genellikle İslami hereket ya da faşist hareket içerisinde dile getirmektedirler.

Eski İşçi Demokrasisi; Sayı 6; Temmuz 1998

'Antikapitalist nedir' sayfasına dön
sayfa başına dön