Güncelleme:
10.11.2006
             

 

Site içi arama


google'da ara
antikapitalist'te ara


Sosyalizmin İki Ruhu:

Gerçek Marksist Gelenek Hangisi?

Marksizmin en temel metni olan Komünist Manifesto 1848’de Marks ve Engels tarafından yazıldı. Marks’ın “başka her şey yoruma açık, ancak bu bir yasa” diye değerlendirdiği Manifesto’nun hareket noktası “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı” fikriydi: “Bundan önceki bütün tarihsel hareketler, azınlıkların ya da azınlıkların çıkarları için varolan hareketlerdi. Proleter hareket ise bilinçli bağımsız büyük çoğunluğun bu çoğunluğun çıkarı için olan hareketidir.”

Manifesto’nun yazılmasından sonra geçen 151 yıl boyunca marksist hareket içinde çeşitli bölünmeler yaşandı. İşçi hareketinin teorisi olan marksizm işçi sınıfına karşı bir silaha bile dönüştü.

Marks bile ölümünden 4-5 yıl önce Alman sosyalist akademisyenlerden Eugen Dühring’le yaptıkları tartışmalara atıfta bulunarak “bidiğim tek şey var, o da marksist olmadığım” diyordu.

Kendisini marksist olarak tanımlayanlar tarih boyunca temel olarak iki ayrı kutupta yer aldılar. Örneğin Doğu Avrupa ve SSCB’nin çökmesi bu kamplardan birtanesinde umutsuzluğa ve üzüntüye neden olurken diğerinde umutların artmasına ve sevince yolaçtı.

Kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan bu iki kamp aslında iki ayrı geleneği temsil ediyor. Ancak farklı gelenekleri temsil eden bu kamplar son yüzyılın büyük bölümünde birbiriyle karıştırıldı. Doğu Bloku’nun çökmesinin ardından biri ölen, diğeri ise canlanan bu iki geleneği birbirinden ayırabilmek çok önemli. Çünkü eğer ölü olanı yaşayandan ayıramazsak, ölmüş olan gelenek yaşayan geleneği de boğacaktır.

Ütopik sosyalistler

Tarih boyunca sömürünün olduğu her toplumda sömürünün ortadan kalkması için mücadele eden insanlar da oldu. Özgürlük, barış ve daha iyi bir yaşam isteyen bu insanların çeşitli ütopyaları (ideal toplum modelleri) vardı. Bazılarının ütopyası ancak ölümden sonra, “cennette” gerçekleşecekti. Bazıları ise ütopyalarının bu dünyada gerçekleşebileceğini düşünüyorlar, ideallerindeki toplumu yaratmak için çabalıyorlardı.

Marks’ın sosyalizminin temelinde Alman felsefecileri, İngiliz iktisatçıları ve Fransız ütopik sosyalistlerinin fikirleri vardır. Bu üç alandaki bilgileri eleştirip geliştirerek bilimsel sosyalizm fikrine ulaşır. Yani Marks ütopik sosyalistlerin daha iyi ve kollektif bir dünya fikrini sahiplenir ancak onların elitist ve anti-demokratik yönlerini acımasızca eleştirir.

Ütopik sosyalistlerin en ünlülerinden biri Robert Owen’dır. Sanayi Devrimi sırasında yaşamış ve çevresinde gördüğü vahşi sömürüden çok etkilenmişti. İşverenleri ikna ederek hayal ettiği toplumu kurmak istiyordu. Yardımsever işverenler sayesinde sefalet içinde sürünen işçilerin eğitim almasını, rahat koşullarda çalışmasını, sanatla tanışmasını sağlayabileceğini düşünüyordu. Hatta İskoçya’da Lanark yakınlarında tam hayal ettiği gibi bir fabrika kurdu. Ancak Owen’ın diğer işverenlere örnek olacağını düşünerek kurduğu bu fabrika ne diğer işverenler ne de genel olarak sistem üzerinde hiç bir etki yaratmadı.

Ütopik sosyalistler önceden hazırlanmış bir toplum modelini gerçekleştirme hayali içindeydiler. Topluma tepeden bakan, kendilerini kurtarıcı olarak gören ütopistler toplumun aşağıdan dönüştürülmesi fikrine karşı düşmanca yaklaşıyorlardı.

Marks’ın farkı ne?

Marksizm, eğitim yoluyla diktatörlük önerenlere, kurtarıcı diktatörlere, devrimci elitistlere, komünist otoriterliğe, iyilikseverlere ve burjuva liberallere karşı bilinçli bir mücadele sonucunda ortaya çıktı.

Marks ilk kez sosyalizm ve demokrasi fikrinin içiçe geçmesini sağladı. Marks sömürünün toptan ortadan kaldırılabileceğini iddia ediyordu. Sanayi Devrimi sayesinde kapitalist toplum öncesinde çok düşük olan üretim düzeyi artık herkese yetecek kadar üretmeyi mümkün hale getirmişti. Üretimin toplumsal olarak insanların ihtiyacına uygun bir şekilde gerçekleşmesi ve dağıtılması, başkasının emeği üzerinden zenginleşmenin suç sayıldığı bir toplum Marks’a göre artık bir ütopya değildi.

Sosyalizme nasıl ulaşılacak?

Böylesi bir topluma nasıl ulaşılacaktı? Kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalizmin gelmesi kaçınılmaz bir süreç miydi? Sanayiciler, toprak sahipleri, bankerler aniden bu korkunç yoksulluk içinde kendilerinin sahip olduğu zenginliğin ne kadar haksızca bir şey olduğunu farkedip birden imana mı geleceklerdi?

Marks ve Engels Komünist Manifesto’da şöyle diyorlardı:

“Şimdiye kadar bütün toplumların tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir. Özgür insan ve köle, efendi ve köle, lonca sahibi ve ustabaşı; bir diğer değişle baskı yapan sınıf ve baskıya maruz kalan sınıf kimi zaman gizli, kimi zaman açık ama sürekli mücadele içinde birbirinin karşısındadır; ve her mücadele ya toplumun devrimci yeniden yapılanmasıyla ya da çatışan sınıfların birlikte çöküşüyle sonuçlanır.”

Marks genç yaşından itibaren sınıf iktidarının ne kadar acımasız olduğunu görüyordu. Yönetici sınıfın nasıl bir vampir gibi davrandığını gözlemledi. Emdikleri kan onları daha fazla kana susatıyordu. Vampirler gibi onlar da yalvarmaktan anlamıyorlardı.

Marks’ın kapitalist sistemle işbirliği yapanları yerden yere vurmasının nedeni sistemin ortadan kalkmasını ve yeni bir sosyalist toplum yaratılmasını daha zor ve uzak hale getiriyor olmalarıydı.

Sosyalizmi kim kuracak?

Sosyalizmi ancak işçi sınıfının kurabileceğini söyleyen Marks ve Engels günümüzde de sıkça karşılaştığımız bir argümanla karşı karşıyaydılar: “İşçi sınıfı gerici, eğitimsiz, ırkçı, kirli, bayağıdır. Böyle bir sınıf nasıl olup da sömürüden ve korkudan arınmış yeni bir toplum yaratabilir?”

Bu tür yaklaşımlara karşı sert tepki gösteren Marks, bu sömürü sisteminin sömürenleri canavarlaştırdığı gibi sömürülenleri de zavallılaştırdığını biliyordu. Yüzyıllardır süren sömürünün kitleleri kirlettiğini görüyordu:

“Bu devrim zorunludur. Çünkü yönetici sınıfı başka yolla yıkmak mümkün değildir. Ancak devrimin zorunlu olmasının nedeni sadece bu değildir. Yönetici sınıfı alaşağı eden sınıf kendisini yüzyılların pisliğinden temizlemeyi ve yeni bir toplum kurmaya uygun hale gelmeyi yalnızca devrim sırasında başarabilir.”

Daha 29 yaşındayken ‘Alman İdeolojisi’ adlı kitabında bu düşüncelerini yazıya döken Marks’a göre, sosyalizm için “işçi sınıfının yüzyılların birikmiş pisliğinden kurtulması” gerekiyordu. Bu da ancak ve ancak kitlelerin bizzat içinde oldukları bir devrimle mümkündü.

Marks, kitleler harekete geçtiğinde, yani kendi kendilerini kurtarmaya çalıştıkları sırada, “eğitimcileri de, kendilerini de eğiteceklerdir” der.

Bu nedenle işçi sınıfının kendi kendini kurtaracağı tezi marksizmin en ‘olmazsa olmaz’ parçasıdır. 1864’de Birinci Enternasyonel’in prensiplerini yazarken Marks’ın ilk cümlesi şöyleydi:

“İşçi sınıfının kurtuluşunun işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirilmek zorunda olduğundan hareketle...”

Bu cümle, Birinci Enternasyonel üyelik kartlarının üzerinde yazıyordu. Enternasyonel’in kuruluşundan 7 yıl sonra Paris işçileri ayaklandı. Yüzyılların pisliğini üzerlerinden attılar ve 70 gün için bile olsa sömürü ilişkisinden tamamen koparak kendi yönetimlerini kurdular. Marks, Paris Komünü’nü değerlendirirken hep “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olduğu”nu ısrarla vurguladı:

“Devrimi, kendi elleriyle gerçekleştirdiler ve başarı kazandığında da kendi ellerinde tutmanın araçlarını oluşturdular. Yönetici sınıfın devlet mekanizmasının yerine kendi yürütme mekanizmalarını getirdiler. Bu onların affedilemez suçlarıydı.”

Sosyalizm kaçınılmaz mı?

“Kapitalizmin eninde sonunda yıkılacağını ve yerine sosyalizm geleceğini” düşünenler marksist değildir. Marks’a göre kapitalizmin yıkılmasında anahtar role sahip olan ekonomik krizler, işçi sınıfı bedelini ödemeye razı olduğu sürece yıkıma yol açmaz. İşsizliğin, yoksulluğun artması koşuluyla kapitalizmin aşamayacağı kriz yoktur. Önemli devrimcilerden Rosa Lüksemburg’un koyduğu ikilem duruma açıklık getiriyor: “Ya barbarlık ya sosyalizm.”

Dünyanın hangi yöne gideceğini belirleyecek olan sınıf mücadelesidir. Devrimciler ise bu mücadelede işçi sınıfı tarafının güçlenmesi için çaba harcarlar.

Marks “insanlar kendi tarihlerini yaparlar ancak kendi tercih ettikleri koşullarda değil” der.

Sosyalistler sınıf mücadeleleri sırasında aldıkları tutumlar nedeniyle ayrıştılar. Bu ayrışmalarda iki taraf iki ayrı kutupta yer aldı. Bir kutupta sosyalizmin işçi sınıfının kendi eseri olacağı ilkesine bağlı kalan, bu nedenle aşağıdan sosyalizmi savunanlar yer aldılar. Diğer kutupta ise değişimin ancak yukarıdan mümkün olduğunu düşünenler var. Bu taraftakiler yalnızca kendilerini iktidara taşıyacak kadar kitle hareketine sempatiyle yaklaştı, daha fazlasını ise kendilerine karşı bir tehdit olarak gördü.

Sosyal demokrasiyle yol ayrımı

Daha ölmeden 4-5 yıl önce “bildiğim tek şey var, o da marksist olmadığım” diyen Marks’tan sonra da marksizm adına başka fikirler savunuldu. Marks’ın 1883’de ölümünden sonra işçi hareketinin, kitlesel sendikaların, sosyalist gazetelerin, spor klüplerinin, çeşit çeşit toplulukların liderleri artık devrim talebinin aşırıya kaçtığını düşünmeye başladılar. Yeni kazanılmış seçim hakkını kullanarak iktidarı elde edebileceklerini ve devrim gibi karmaşık ve kanlı bir süreci yaşamaksızın sosyalist uygulamaları yaşama geçirebileceklerini sanıyorlardı.

1890’ların sonunda Edward Bernstein, daha sonra birçok kişinin yaptığı gibi, sistemin yavaş yavaş ve barışçı bir şekilde değişebileceğini vaaz etmeye başladı. Yapılması gereken tek şey seçimde oy kullanmaktı. Bu liderler açısından milyonlarca işçinin kendilerini sokaklarda ve işyerlerinde özgürleştirmesi hoş bir şey değildi ve hatta tehlikeliydi de.

Lüksemburg, o dönemde kendisine ‘marksist’ diyen bu liderliğe karşı tartıştı. İşçi sınıfının değişmesinin ancak kendi eylemi sırasında mümkün olduğu, bu nedenle de bizzat işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilecek kitlesel eylemler ve devrim olmadan kurtuluşun mümkün olmayacağı” prensibini bir kaplan gibi savundu.

Devrimin gereksizliğine inanan bu gelenek ile gerçek marksist geleneği savunanların yolları 1914’de ayrıldı. O zamana kadar marksizmin en önemli ismi olan Kautsky liderliğindeki sosyalistler Birinci Dünya Savaşı’nda kendi yönetici sınıflarını destekledi. Böylece işçi sınıfının uluslararası düzeydeki ortak çıkarlarına ihanet ederek farklı milliyetlerden işçilerin birbiriyle savaşmasına onay verdiler.

Lenin ve Lüksemburg bu dönemde kendisini sosyalist olarak gören ve tanımlayan diğer kampa karşı acımasızca tartıştılar. Kautsky liderliğindeki diğer kamp artık marksist gelenekten sapmıştı. Artık gerçek sosyalistler için Lüksemburgcu-Leninist olmak bir zorunluluktu. Çünkü Kautsky de marksist olduğunu söylüyordu, Lenin de. Marksizmin gerçek geleneğini taşıyanlar sınıflar mücadelesinde büyük bir sınavdan geçmişler ve sosyal demokrasiyle yollarını ayırmışlardı.

Lüksemburg Rus işçilerinin 1917 Ekim Devrimi’ni hapishanedeki hücresinden büyük bir mutlulukla karşıladı. Bolşeviklerin Rusya’da gerçekleştirdiği başarıyı Almanya’da tekrarlamaya çalışırken 1919 yılında sosyal demokrat liderlerin emriyle öldürüldü.

Sosyal demokrasinin bu ihaneti marksistlerle sosyal demokrasi arasındaki farkı daha da belirginleştirmişti.

Rusya’da ne oldu?

Rus işçi sınıfı Marks’ın çağırısını yaptığı, desteklediği şeyi yaşama geçirdiler, devrim yaptılar. Çarlık devletini yıkıp yerine işçi devleti kurdular.

Gerici fikirlere sahip olan tarihçi ve yorumcular bu devrimi Bolşevik Partisi’nin bir darbesi olarak nitelendirirler.

Gerçekler ise tam tersini gösteriyor. Ekim Devrimi Bolşevik Parti’sinin fikirlerinin işçi komitelerindeki (Sovyet) temsilcilerin çoğunluğu tarafından benimsenmesinin ardından gerçekleşmiş, Bolşevik Parti o zamana kadar politik iktidara el koyma girişimlerini engellemiştir.

Ekim Devrimi birçok anti-marksistin iddia ettiği gibi demokrasiyi azaltmamış, aksine burjuva demokrasilerin sınırlarını kökten ve fazlasıyla aşmıştır.

‘Devlet ve Devrim’, ‘Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky’ yazılarında Lenin, parlamenter demokrasiyi yeterince demokratik olmadığı için eleştirir.

Lenin, seçimlerin sosyalist toplumda en önemli köşe taşı olacağına olan inancını vurgular. Ekim Devrimi sonrası yazdığı yazılarda devamlı olarak devrimin yanlızca işçi sınıfının kendisini kurtarmasıyla mümkün olduğunu anlatır. Ocak 1918’de yapılan ilk Bütün Rusya Sovyet Kongresine yaptığı konuşmasında “işçi kontrolünü yaşama geçirirken tüm Rusya’ya yayılmasının zaman alacağını biliyorduk. Ancak tek bir yolu, aşağıdan değişim yolunu kabul ettiğimizi göstermek istedik. İşçilerin yeni ekonomik koşulların prensiplerini aşağıdan belirlemelerini istedik” diyordu.

Lenin’in özlemleri Marks ve Lüksemburg ile aynıydı. İnandıkları sosyalizm mücadele içindeki işçilerin bu sömürü sistemini devirmesine dayanıyordu. Bu nedenle Lenin, kendi kendisini kurtarmış bir işçi sınıfı olmaksızın, Rus devrimi ‘mahfolur’ demekteydi.

İşçiler kaybetti

Tam da bu nedenle devrim mahfoldu. Kendi kendisini kurtaran zaten sayıca az olan Rus işçi sınıfı savaş ve kıtlık sırasında imha oldu. 1921’e kadar geçen sürede devrimi yapmış olan sınıfdan geriye kalan sadece üst düzey devrimcilerden oluşan bürokrasiydi.

Kendini kurtaranların yerini daha önce ne başkasını ne de kendisini kurtaran, kırsal bölgelerden gelip çalışmaya başlamış işçiler aldı.

Başta Almanya olmak üzere diğer ülkerlerdeki devrimci dalga geriye çekilmiş, devrimler kaybedilmişti. Rusya, emperyalist dünya içinde tek başına kalmış, izole olmuştu.

Fabrika kontrolü, tek adam yönetimine; enternasyonalizm, milliyetçilik ve ırkçılığa; özgür kürtaj hakkı, sıkı kürtaj kontrolüne; eğitim reformu, sisteme uygun robotlaşmış insanlar yetiştiren bir sisteme dönüştü. Devrimle ortadan kaldırılan idam cezası yeniden getirildi. Ayrıcalıklar, hizmetçilik, yönetici sınıf imtiyazları ve üstünlükleri günlük hayatın bir parçası haline geldi.

Rusya’da sovyet demokrasisi yerini bürokratik devlet kapitalisti bir diktatörlüğe bıraktı.

Stalin Lenin’in devamı mı?

O zamana kadar işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağına inanarak yetişen komünistler bundan sonra ütopik geleneğe geri dönerek sosyalizmin ölümsüz babası olarak gördükleri Stalin’in her dediğini sorgulamadan kabul edip uygulamaya başladılar.

Sosyalizmin özü olan “aşağıdan kontrol”, tam tersi olan “yukarıdan kontrole” dönüştürüldü. Ne yazık ki dünyadaki sosyalistlerin çoğunluğu bu durumu göremedi. Tüm dünyaya bu gelişmeler sosyalizm olarak takdim edildi.

Önce Marksizm adına Marksizmin demokratik özü unutuldu, sonra bu prensiple dalga geçilmeye başlandı, daha sonra mahkum edildi, cezalandırıldı.

Proleterya üzerindeki diktatörlük, “protoleterya diktatörlüğü” olarak kabul edildi. Muhaliflerin öldürülmesi “demokratik disiplin” olarak kabul edildi. Komünizm ve demokrasi arasındaki eşanlamlılık Stalinizm tarafından zıt anlamlara dönüştürüldü.

Komünizm karşıtları da Stalin’in SSCB’sinde yaşananlardan yola çıkarak “sosyalizmin demokratik olmadığını”, “her devrimin diktatörlükle sonuçlanacağını”, “Stalinizmin Leninizmin devamı” olduğunu iddia ettiler. SSCB’de yaşananları “eksik de olsa sosyalizm” olarak görenler ya da “başka çare yoktu ki” diyenler ise bu iddialara karşı koyamadılar.

Oysa bu iddiaları çürütmek çok kolaydı. Çünkü 1928-29’dan itibaren SSCB’de işçi iktidarından, yani sosyalizmden sözetmek mümkün değildi. İşçi sınıfı iktidarı yitirmişti.

Kendisini sosyalist olarak tanımlayan Stalin liderliğindeki bürokrasi Lenin’i bir puta dönüştürürerek sosyalizm adına kendi sınıf çıkarlarına uygun bir sistem kurdular.

Tanklar Doğu Avrupa’ya ne getirdi?

İkinci dünya savaşı sonrasında Rusya’da yaşanan trajedi bu sefer komedi olarak kendisini tekrar ediyordu. Savaştan zaferle çıkan güçlerin yaptığı bölüşüm sırasında Rusya, Doğu Avrupa’daki altı ülkeyi aldı. Bunlardan hiçbirinde işçi sınıfı kendi kendisini kurtarmamıştı. Onların kurtuluşu Rus süngüsüyle gerçekleşti.

Stalin’in devlet kapitalisti diktatörlüğünün kopyaları Macaristan, Çekoslavakya, Romanya, Bulgaristan, Polanya ve Doğu Almanya’da kuruldu. Ekonomileri büyük Rus emperyalizminin ihtiyaçlarına uygun hale getirildi.İşçiler bu hükümetlerin hiçbirinde yönetici bir role sahip değildi. Batıdaki işçi kardeşlerinin çoğunun sahip olduğu bir çok hakka sahip değillerdi. Beğenmedikleri siyasetçileri bile değiştiremiyorlardı. Tek partili, baskıcı, anti-demokratik rejimler altında yaşıyorlardı.

Bu sisteme karşı her türlü muhalefet, özellikle de işyerlerindekiler, şiddetle bastırıldı. Zaman zaman Macaristan, Çekoslavakya, Polonya ve Doğu Almanya’da çıkan büyük ayaklanmalar ise Rus tanklarıyla bastırıldı.

Çöken sosyalizm miydi?

Sosyalistlerin büyük çoğunluğu 1989’da çöken Doğu Avrupa ülkelerini resmi düzeyde sosyalist bir söyleme sahip olmaları, planlı bir ekonomiyle yönetilmeleri ve özel mülkiyetin yasak olması nedenleriyle sosyalist olarak görüyordu.

Doğu Avrupa’da yaşayan işçiler ise baskı altında olduklarını ve yöneticiler tarafından ezildiklerini biliyorlardı. Onlar için sosyalizm, acımasız bir diktatörlük ve sömürü ile eşanlamlı hale gelmişti. Bürokratik diktatörlüklere karşı ayaklanmalar başladığında yılların birikmiş öfkesi “sosyalizmin sembolü” olarak görülen herşeye karşı bir eyleme dönüştü. Berlin duvarını yıkanlar, kendilerine sosyalizm olarak tanıtılan baskıcılığa, yasakçılığa, yoksulluğa karşı bir festivale gelmiş gibiydiler.

Troçki ve Stalin zıt kutuplarda

Stalin’in karşı devrim sürecine ve uluslararası düzeyde yarattığı hasarlara karşı tek tutarlı ve aktif muhalefet Troçki’den geldi. 1940’da Stalin’in bir ajanı tarafından sürgünde bulunduğu Meksika’da öldürülünceye kadar stalinizmin gerçek marksist geleneği yoketme çabasını bütün gücüyle boşa çıkartmaya çalıştı. Troçki her olayda “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” prensibinden hareketle tutum alarak marksist geleneği stalinist mezar kazıcılardan kurtarıp gelecek kuşaklara taşıyabildi.

Troçki ile Stalin arasında binlerce devrimcinin kanıyla dolu bir uçurum var. 1917 Ekim Devrimi’nin liderliğini yapmasına karşın Stalizmin sürgün ve ölüm cezalarıyla yokedilen Bolşevikler, 1927 Çin Devrimin’de kırdırılan komünistler, 1936 İspanya’sında sosyalizm için yola çıkıp Stalin tarafından karşı devrimci ilan edilen militanlar, 1956 Macaristan’ında Rus tanklarına karşı fabrikalarda işçi kontrolünü savunan Budapeşte işçileri, 1968 Prag Baharı’nın özgürlük savaşçıları…

Sosyalizm adı altında SSCB yönetici sınıfının uluslararası çıkarları uğruna feda edilen, zorla bastırılan işçi hareketleri söz konusu olunca kamplar çok belirginleşiyor. Hangi tarafta olduğunuz ortaya çıkıyor. Fabrikalarda işçi kontrolü diyen Budapeşteli işçilerden mi yanasınız yoksa “sosyalizmin ana vatanı SSCB ve onun başındaki usta” Stalinden mi? İşçi iktidarı diyen İspanya’daki militanlardan mı yanasınız, yoksa “şimdi erken, müttefiklerimizi korkutmayalım” diyen Stalinist partilerden mi?

Aynı anda hem Marks’ı hem de Dühring’i savunamazsınız. Aynı anda Leninist ve Kautskist olamayacağınız gibi. Aynı anda hem Troçkist hem de Stalinist olunamaz. Bu iki gelenek zıt kutuplardadır. Bir tanesi Budapeştedeki barikatta işçi kontrolü diye savaşanları destekler, öteki tankın içinde sosyalizm adına işçi hareketini ezer.

Marksist gelenek yaşıyor

Marks’ın yıllar önce söyledikleri hala geçerli. Halen sömürü düzeninde yaşıyoruz. Kapitalizm halen insanların büyük çoğunluğunun yaşamlarını yokediyor.

Sosyalistler için acil ihtiyaç, devlet kapitalizminin leşini sosyalizmin ‘yaşayan okulundan’ defetmektir.

Marks ve Engels tarafından başlatılan, Luksemburg, Lenin, Troçki, Gramşi ve Rus devrimcileri tarafından geliştirilen gerçek marksist gelenek her zamankinden daha güncel. Sosyalizmin ve demokrasinin eşanlamlı olduğunu, birisinin diğeri olmadan varolamayacağını bilen sosyalistler azınlıktalar. Ama her zamankinden daha kararlı ve iddialı bir şekilde sosyalist geleneği inşa etmek zorundalar.

Yeni İşçi Demokrasisi; Sayı 5; Haziran 1999

'Antikapitalist nedir' sayfasına dön
sayfa başına dön